15-17. Yüzyıl Felsefesinde Öne Çıkan Fikir ve Akımlar

15-17. Yüzyıl Felsefesinde Öne Çıkan Fikir ve Akımlar

Her dönemde felsefenin etkilendiği ve etkilediği alanlar bulunur. 15-17. yüzyıl felsefesini de bilim etkile- miştir. Bu dönem felsefesini açıklayabilmek için dönemin öne çıkan hümanizm, bilimsel yöntem, kartezyen felsefe ve hukuk felsefesi gibi konulara değinilmesi gerekir.

TYT-AYT Felsefe Grubu Mobil Uygulaması: Konu Testleri, Özet Konu Anlatımı, Deneme Sınavları ve fazlası

Hümanizm

Hümanizm anlayışı, insanı MS 2-MS 15. yüzyıl felsefesinin dogmatik etkisinden uzaklaştıran ve Antik Yunan felsefesine geri götüren bir düşünüşün eseridir. Bu geri dönüş, insanı ve evreni yeniden yorumlama anlamı taşır. Hümanizm bir felsefe değil bir yönelimin adlandırılmasıdır ve insanı özneleştiren bir çaba içerir. Hümanizm, insanın merkeze alındığı ve aklının öne çıkarıldığı bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı, yeni hayat anlayışı ile insan ve dünya üzerine felsefe yapma isteğinden oluşur.

Hümanizm, ilk olarak bugünkü İtalya’da ortaya çıkmıştır. Bu coğrafyada yapılan çeviri faaliyetleri ve Antik Yunan düşüncesine dayanan felsefi arka plan, bu çıkışın belirgin nedenleridir.

Hümanizm genel bir ifadedir ve felsefeye dair ilk çalışmalar, Floransa’da kurulan “Platon Akademisi”nde görülmüştür. Burada Platon’un tüm eserleri çevrilmiş ve Platon felsefesi bütün Avrupa’ya ya- yılmıştır. Benzer bir durum da Aristoteles felsefesinde görülmektedir. Aristoteles’le ilgili İbn Rüşd’ün yorumlarına yönelme Aristoteles düşüncesinin yeniden ele alınmasını sağlamıştır. Bu yönelimin odak noktasını Aristoteles felsefesinin skolastik anlayıştan ayrıştırılması düşüncesi oluşturmuştur.

Bilimsel Yöntem

15-17. yüzyılın en büyük başarısı bilim alanında olmuştur. Rönesans, diğer birçok alana olduğu gibi MS 2-MS 15. yüzyıl Hristiyan düşüncesinde şekillenen bilim anlayışına da karşı çıkmıştır. Bilimde deney ve göz- lem yerine otorite kabul ettikleri bilgilerle bilimsel konularda açıklama yapmaya çalışmışlardır. Rönesans düşüncesi ise bilimde otorite olmuş bilgilere değil deney, gözlem ve hesaplanabilir bilimsel çalışmalara yönelmiştir.

15-17. yüzyıl, bilim ve bilimsel yöntemin geliştiği dönemdir. Gözlem, kontrollü deney, hipotez ve matematiksel hesaplama bilimin yöntem kazanmasına katkı sağlamıştır. Gözlem, eski çağlardan bu yana yapı- lan bilimsel çalışmanın bir aşamasıdır. Rönesans’ta özellikle astronomi ve anatomi konusunda ciddi bilgiler oluşturulmasını sağlamıştır. Kontrollü deneyler ise özellikle fizik alanında bilimsel hesaplamalar yapılmasını, geçici açıklama modeli olan hipotezlerin doğrulanmasını sağlayan bilimsel araştırmanın önemli bir basamağıdır. Gözlem, kontrollü deney ve hipotez sonrası yapılan matematiksel hesaplamalar; bilimsel bilginin güvenilirliğini oluşturmuştur.

17. yüzyıl düşüncesinin ve modern felsefenin ilk filozoflarından Francis Bacon, “bilginin güç için olduğunu” ifade edip doğanın bilgisine ulaşmanın en güvenilir yolunun bilim olduğunu ve bilimsel yöntemin bu bilgiyi sağlayabileceğini savunmuştur. Bacon, bilimsel yöntemi aklın bir aracı olarak ifade eder.

Kartezyen Felsefe

Felsefe, 17. yüzyılda bilimsel bilgiye güveni temel almıştır. Bu güveni sağlamanın en önemli koşulu; bi- limsel bilgiyi, bilimsel yöntemin basamaklarını kullanarak oluşturmaktır. Bilimin konusu olan alanlar sadece duyumların sağladığı bilgilerle anlaşılamaz; bilim, matematiksel hesaplamalara başvurarak bu durumu aşar. Örneğin havanın sıcak ya da soğuk olduğu duyumsanabilir ancak havanın ısısının ölçülmesi bilginin bilimsel ölçülerde ele alınmasını sağlar.

Kartezyen felsefesi Descartes felsefesi olarak da bilinir. Descartes, 15. yüzyılla çoğalmaya başlayan ve 17. yüzyılda hız kazanan bilimle din arasında anlaşılır bir bağ kurmanın yolunu denemiştir. Descartes, felsefesini metodik şüphe olarak bilinen yöntemle kurmuştur.

Descartes, bilgide şüphe duyulamayacak bir temel arar. Metodik şüphesini bu açıdan kendi bilgilerinin üzerinde dener. Descartes, bildiği ve duyumsadığı her şeyden kuşku duyabileceğini ancak son noktada kuş- kudan ve kuşku duymakta olan kendinden kuşku duyamayacağını belirtir. Felsefenin ünlü sözlerinden biri olan “Düşünüyorum, o hâlde varım.” yargısına ulaşır. Bu yargı, insanın akıl yoluyla kesin bilgilere ulaşa- bileceğini ve bu bilgilere dayanarak yaşamı boyunca elde ettiği bilgilerin doğruluğunu ortaya koyabileceğini iddia eder. Descartes, düşünmenin üzerine düşünme olarak açıklanabilecek bu sonuç için bazı ön kabulleri öne sürer. Onun bu kabulleri, Tanrı’nın varlığına yönelik ontolojik kanıtlamalara dayanır.

Descartes felsefesinin temel noktasını oluşturan bu çıkarım; düşünen benliği temele alan, onu özneleşti- ren bir sonuç doğurur. Bu özne algılayışı 15-17. yüzyıl felsefesinin çıkış noktası olmuştur. Özne, bilginin de merkezidir. Descartes, bilgiyle ilgili çıkarımdan sonra bilginin konusu olan varlık hakkında çözümlemeler yapar. Varlık alanında iki ana töz vardır: Yaratan ve yaratılan tözler. Yaratan töz, kendinden başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her şeyi yaratan sonsuz tözdür. Yaratılan töz ise birbirine indirgenemeyen iki alt tözden oluşan ve aynı zamanda sonlu olan ruh ve madde tözleridir. Ruh; akla karşılık gelen, düşünen töz iken madde, uzayda yer kaplayan tözdür. Bu açıdan Descartes felsefesi düalist bir felsefedir.

Hukuk Felsefesi

Feodalite, MS 2-MS 15. yüzyıl Avrupası’nın sosyo-politik düzenini belirleyen sistemdir. Genellikle tarım ekonomisine bağlı, dış ticaretin olmadığı bir ekonomik düzen içinde derebeyler etrafında yapı- lanmış ve köylü sınıfıyla oluşan toplum yapısına sahiptir. Dönemin başlarında güçlü devletlerin zayıflaması, derebeylik sisteminin doğmasına sebep olmuştur. İnsanlar, merkezî bir devlet otoritesini temsil eden krala değil toprak sahibi olan derebeylere bağlıdır. Derebeyler, her ne kadar krala bağlı olsalar da kral otoritesinin zayıflığı nedeniyle iste- diklerini yapabilme gücüne sahiptir (Görsel 3.5).

Hristiyanlığın hızla yayılmasıyla yapılan bağışların artması ve insanların dinî bağlılıklarıyla kilise giderek zenginleşmiş ve güçlenmiştir. Kilise, zamanla en güçlü otorite hâline gelmiştir.

Rönesans’ta coğrafi keşiflerin artması yeni ekonomik kaynakları doğurmuş ve zamanla zenginleşme ger- çekleşmiştir. Ulus kimlik bilinci ve reform hareketleri, devlet ve hukuk üzerine düşüncelerin artmasını sağla- mış ve kilisenin gücü giderek azalmıştır. Avrupa, monarşik devlet düzenine geçmiştir.

Filozoflar; yönetim şekli, doğal hukuk ve egemenlik gibi konularda fikirler ortaya sürmüştür. Siyaset kapsamında devlet ve hukuk üzerine Niccolo Machiavelli ve Thomas Hobbes’un görüşleri önemlidir.

Machiavelli, ulus devletini öngörür ve İtalya’nın güçlü bir prens tarafından yönetildiğinde ulusal birliği- nin sağlanabileceğini ileri sürer. Prensin mutlak güç sahibi olması gerektiğini ve bütün kurumların ona bağlı olmasının zorunlu olduğunu belirtir. Ona göre “Amaca ulaşmak için her yol mübahtır.” ve prens bu ilkeye göre devleti yönetmelidir.

17. yüzyıl devlet ve hukuk felsefesinde özelikle Hobbes’un düşünceleri öne çıkmaktadır. Hobbes’a göre devletin ortaya çıkması Devlet görüşünü doğal bir durum içinde insanı tanımlamasıyla başlatır. İnsanların doğal durumda eşit olduklarını, kendi istek ve amaçları doğrultusunda birbirleriyle mücadele ettiklerini belirtir. Doğal durumda herkesin her şey üzerinde hakkı olduğunu ama menfaatlerin çatışmasıyla güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kaldıklarını söyler. Hobbes, herkesin herkesle savaştığı bir ortamı “İnsan, insanın kurdudur.” şeklinde betimler. Can güvenliği olmadığı için insanların zorunlu olarak haklarını bir yöneticiye veya bir sınıfa devrederek yapay olan devlet sistemine geçtiklerini belirtir. Devletin mutlak güç olduğunu söyleyen Hobbes, bu gücün kaynağını insanların aralarında yaptığı toplumsal sözleşmeye bağlar. Egemenliğin kaynağı bu sözleşmedir.

Hukuk felsefesi açısından 15-17. yüzyıl felsefelerinde ütopyalarla karşılaşılır. Ütopya, hayalî bir devlettir. İdeal yönetim ve toplum, bu hayalî devlette tasarlanır. Bunlar arasında Thomas More’un “Ütopya” adlı eseri, hem bu tür eserlere isim olması hem de oluşturduğu devlet ve toplum kurgusuyla dönemin siyasal yapısını eleştirmesi bakımından önemlidir. More, özel mülkiyetin her türlü mutsuzluğun kaynağı olduğu görüşün- dedir. O, eserinde ütopya ismini verdiği bir ada ülkesi tasarlar; bu ülkede özel mülkiyet yoktur. Eşitlikçi zihniyette düzenlenmiş bu adada herkes gücünün yettiği şekilde çalışır. Yöneticilerin halk tarafından seçilmesi gerektiğini belirten More, demokratik ve sosyal bir devlet önerir.

Ütopya tarzında yazılan eserler, insanlar için ideal olan anlayışları içerir. Önerilen sistemde insan değerlidir ve adalet hâkimdir. Bu eserlerin önemi, iyi bir yaşam düzeni kurulmasına düşünsel bir katkı sağlamasıdır.

T. More’dan önceki dönemlerde de bu tip eserler yazılmıştır. Platon’un “Devlet” ve Farabi’nin “El Medinetü’l Fazıla” eserleri bunlardan bazılarıdır. İnsanlar, tarih boyunca ideal yaşam alanları kurmak istemiştir.

Ütopyalar, ideali isteyenle tam tersi durumu öngören anlatılar olarak zamanla ikiye ayrılmıştır. Ters ütopya, korku ütopyası veya istenmeyen ütopya olarak isimlendirilen bu ikinci tip ütopyalar; var olan siyasal durumun daha da kötüye gideceğini anlatan toplum tasarımlarıdır. Bu tip ütopyalar, I. Dünya Savaşı sonrası oluşan karamsar etkinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” ve G. Orwell’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı eserleri bunlardan bazılarıdır.

Sosyal Medyada Paylaş Facebook Twitter Google+
Açık Lise sınavlarına hazırlanmanın en kolay hali: AçıkTercih AÖL Test Çöz!

Mobil Uygulamamızı İNDİRİN! AÖL Yeni Müfredat Çıkmış Sınav Sorularını Çözün!


Etiketler: , , , ,
Eklenme Tarihi: 4 Şubat 2019

Facebook Yorumları

Konu hakkında yorumunuzu yazın