Açık Lise Felsefe 4 Ünite 5: 20. Yüzyıl Felsefesinin Ortaya Çıkışı

Açık Lise Felsefe 4 Ünite 5: 20. Yüzyıl Felsefesinin Ortaya Çıkışı

Giriş: Bu Ünitede Neler Var?

TYT-AYT Felsefe Grubu Mobil Uygulaması: Konu Testleri, Özet Konu Anlatımı, Deneme Sınavları ve fazlası

20. yüzyıl felsefesi çağdaş bir felsefedir. Çağdaş kavramı, kişilerin aynı çağı paylaşması anlamının yanı sıra yaşadığı çağın anlayışı ve şartlarını bilmesi ve onları hayatında var etmesi anlamına gelir. Her çağ kendinden önceki dönemlerin bilgi, birikim ve deneyimlerini de üzerinde taşır.

Felsefede bugüne kadar süregelen tartışmalara bakıldığında o tartışmaları yapan filozofların farklı zaman dilimlerinde olmalarına rağmen onlarla aynı çağda yaşanıyor gibi bir algı oluşur. Bu durum, felsefenin tekrar oluşmasından değil, felsefi problemlerin her çağ ve insanda tekrar ele alınıyor olmasındandır. Örneğin “İyi nedir?” ve “Özgürlük nedir? gibi felsefi sorularında olduğu gibi.

20. yüzyılda yaşanan olaylar, bu çağdaki problemlere yönelik yapılan açıklamaları ve anlamları sürekli değiştirmiştir. Bu çağda sosyal ve kültürel alanda yaşanan hızlı değişimler; insanların yaşamlarını yönlendirmekte, düşünceler ve düşünme biçimleri de bu durumdan etkilenmektedir. Yaşanan çağ, değerlerine sahip çıkamayan ve yeni değerler oluşturamayan toplumların geleceklerinin sıkıntılı olacağını göstermektedir. Felsefe, bir yandan evrensel değerlerin öğrenilmesi ve oluşturulması sonucunu doğururken bir yandan da toplumun kendine özgü değerlerine yönelmeyi sağlamaktadır.

Felsefe, her zaman hayatın içindedir. Ondan etkilenmekte ve onu etkilemektedir. Bu durum, filozofların ele aldığı konularda ve onların temel kaygılarında görülmektedir. Son yüz yıllık dönem, insanların yaşadığı büyük acıların ve hızlı değişimlerin olduğu yıllardır. Bu dönem, 1-2. Dünya Savaşları ve devletler arası gerilimler gibi birçok olumsuz olayın yaşandığı bir çağdır. Günümüz felsefesi bu sorunlara çözüm için çalışmaktadır.

20. yüzyıl felsefe ünitesinin ilk konusunda onu hazırlayan düşünce ortamını açıklamak için 18-19. yüzyıl felsefesinin 20. yüzyıl felsefe akımları üzerindeki etkilerine değinilecektir.

Ünitenin ikinci konusunda 20. yüzyıl felsefesinin karakteristik özelliklerini açıklamak için ilk önce onun temel özellik, problem ve bazı ana akımları (fenomenoloji, hermeneutik, varoluşçuluk, diyalektik materyalizm, mantıksal pozitivizm ve yeni ontoloji) üzerinde durulacak, ardından da felsefi düşünceye katkıda bulunan Türkiye’deki felsefeciler anlatılacaktır.

Ünitenin üçüncü konusunda 20. yüzyıl filozoflarından alınan örnek felsefi metinlerden hareketle filozofların felsefi görüşleri analiz edilecektir.

Ünitenin dördüncü konusunda 20. yüzyıl felsefesindeki örnek düşünce ve argümanları felsefi açıdan değerlendirebilmek için ilk önce N. Topçu’nun “İsyan Ahlakı” adlı eserinden derlenen bir metinden hareketle düşünürün ahlak hakkındaki görüşleri; daha sonra Takiyettin Mengüşoğlu’nun “İnsan Felsefesi” adlı eserinden derlenen bir metinden hareketle filozofun insanı bir bütün olarak gören görüşü tartışılacaktır. Ardından K. Popper’ın “Ben yanılmış olabilirim ve sen haklı olabilirsin ve ortak çaba sonucunda belki doğruluğa biraz daha yaklaşabiliriz.” sözünden hareketle bilginin doğruluğuyla ilgili özgün bir metin yazılması istenecektir.

20. Yüzyıl Felsefesinin Ortaya Çıkışı



1800’lü Yıllar

Frege (1848-1925)
E. Husserl (1859-1938)
H. Bergson (1859-1941)
A. N. Whitehead (1861-1947)
B. Russell (1872-1970)
G. E. Moore (1873-1958)
E. Cassier (1874-1945)
N. Hartmann (1882-1950)
L. Wittgenstein (1889-1951)
M. Heidegger (1889-1976)
R. Carnap (1891-1970)

1900’lü Yıllar

H. G. Gadamer (1900-2002)
K. Popper (1902-1994)
Ayn Rand (1905-1982)
J. P. Sartre (1905-1980)
A. J. Ayer (1910-1989)
Albert Camus (1913-1960)
T. Kuhn (1922-1996)
J. Habermas (1929- )

1800’lü ve 1900’lü yıllarda dünyaya gelen ve felsefe tarihinde etkili olan başlıca filozoflar yadaki tabloda doğum ve ölüm tarihleri ile verilmiştir.

20. yüzyıl felsefesi, günümüze kadar uzanan toplumsal olaylar ve 18-19. yüzyıl felsefesinde yaşanan tartışmalara yönelik bu dönem filozofları tarafından yapılan felsefi sorgulamalar üzerinde yükselen bir felsefedir. Batı’da başlayan bu sorgulamalar sürecinde felsefede değişimler meydana gelmiş bazı filozoflar felsefede yeni ana akımlar oluşturmuştur.
İnsanlık, 20. yüzyıla gelmeden önce hayatı derinden etkileyen olaylar yaşamıştır. Bu olayların başında Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi gelir. Bunların etkisinin başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayıldığı görülür. 19. yüzyıldaki fikir hareketleri, toplumsal sınıf mücadeleleri ve bazı devletler arasında yaşanan savaşlar bu etkilerin ilk ciddi örnekleridir. Bunların beraberinde ve devamında sosyoekonomik ve politik durumlarda meydana gelen köklü değişiklikler, 20. yüzyılda 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın yaşanmasına neden olmuştur. Bu dönem felsefesinin ortaya çıkışını anlamak için bahsedilen olaylar çerçevesinde 18-19. yüzyıl felsefelerine ve onların etkilerine bakmak gerekir.

Birinci Dünya Savaşı’nda en fazla kayıp Çanakkale Savaşı’nda yaşanmıştır. Bu savaşta birçok milletten insan can vermiştir. Atatürk, bunun anısına Çanakkale’de bir anıt yapılmasını istemiştir.

18-19. yüzyıl felsefesi; genel olarak felsefenin ortaya çıkış döneminden gelen felsefi, bilimsel ve sosyokültürel birikimin aydınlanmacı filozoflar tarafından sorgulandığı bir felsefe olarak düşünülebilir. Bu felsefenin 20. yüzyıl felsefesine olan etkisi, aydınlanma filozoflarının düşüncelerinde yatar. Bu düşüncelerin 20. yüzyıla geçiş aşamasında bazı filozoflar, geçişi sağlamış ve geçişten sonra 20. yüzyıl felsefesinin içinde yer almıştır.

18. yüzyıla doğru bilimin etkisi altındaki felsefeye bakış değişmiş, matematik ve fizik alanındaki ilerleme felsefede kesin bilginin aranmasına neden olmuştur. Ana problem, bilginin doğasına ilişkin sorgulamalarda gerçeğin ne olduğu ve nasıl bilinebileceği yönündedir. Bu açıdan oluşan felsefeler bilgi ve varlık üzerine yoğunlaşmıştır.

Çağın problemlerine duyarsız kalmayan Türkiye’deki filozof ve düşünürler hem bu ana akımlardan etkilenmiş hem de yeni felsefelerin oluşumlarına katkı sağlamıştır. Felsefedeki bu değişiklerin anlaşılması için çağın arka planına bakmak gerekir:

 

 

1800 ve 1900’lü yıllarda (19 ve 20’inci yüzyıllarda) doğan Felsefecilerimiz:

1800’lü Yıllar
Beşir Fuad 1852-1887
Rıza Tevfik Bölükbaşı 1869-1949
Ziya Gökalp 1876-1924
Abdülhak Adnan Adıvar 1882-1955
Mehmet Emin Erişirgil 1891-1965
Hasan Ali Yücel 1897-1961
Abdülbaki Nusret Hızır 1899-1980
1900’lü Yıllar
Hilmi Ziya Ülken 1901-1974
Takiyettin Mengüşoğlu 1905-1984
Macit Gökberk 1908-1993
Mazhar Şevket İpşiroğlu 1908-1985
Nurettin Topçu 1909-1975
Aydın Sayılı 1913-1993
Vehbi Hacıkadiroğlu 1919-2007
Bedia Akarsu 1921–2016
Cemal Yıldırım 1925-2009
Nermi Uygur 1925-2005
Necati Öner 1927-
Afşar Timuçin 1939-
Mübahat Türker Küyel 1927-
Selahattin Hilav 1928-2005
Bilge Karasu 1930-1995
Uluğ Nutku 1935-2014
İoanna Kuçuradi 1936-
Önay Sözer 1936-
Doğan Özlem 1944-
Ahmet Arslan 1944 –
Arda Denkel 1949-2000
Ahmet Cevizci (1959-2014)

17-18. Yüzyılda Oluşan Felsefelerin Etkileri

Descartes

“Düşünüyorum o halde varım.”

Descartes kendi varlığını sorgulaması sonucunda açık seçik bilgiyi ancak aklın sağlayabileceğini ileri sürer. Bu bilgilerin akılda doğuştan var olduğunu söyler. Dolayısıyla gerçekliğin ve ona bağlı tüm varlıkların bilgisine akılla ulaşılabildiğini savunur.

Locke

“İnsan zihni doğuştan boş bir levhadır.”

J. Locke, Descartes’ın doğuştan bilgiler görüşüne karşı çıkmış ve bilgilere duyu verileri sayesinde sonradan sahip olunduğunu belirtir. Ona göre insan, duyu yoluyla izlenimde bulunamadığı nesnelerin (varlıkların) özelliklerini bilemez çünkü duyusunun potansiyeli onun için bir engeldir.

Kant

“Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.”

Kant, bu iki görüşü sentezleyerek tartışmayı başka bir boyuta taşır. O, bilgi görüşlerinde görünenle görünmeyen arasına bir sınır koymuştur. Nesnelerin kendinde olan ve duyuya hitap eden özelliklerinin olduğunu ileri sürmüştür. Kant’a göre insan, nesnelerin kendinde olan şeylerini hiçbir zaman bilemez ve bu alanın bilgisine de insanın sahip olması beklenemez. Varlıkların görünen taraflarının bilgisini de o varlığın deneyimlenmesi sonucunda akılda doğuştan var olan formlarla işlenmesinde görür.

Kant’ın bilgi görüşü üzerine yapılan değerlendirmelerde onu destekleyen, alternatif yollar gösteren ya da kısmen veya tamamen reddeden bakışlar öne çıkmıştır. Bu bakış açıları çerçevesinde yapılan tartışmalar, 20. yüzyıl akımlarının ortaya çıkmasında önemlidir.

19. yüzyılın ortalarına doğru bilimsel yönteme (tümevarıma) dayalı deneycilik anlayışı Hegel, Descartes ve kısmen de Kant’ın da savunduğu bilgide akılcılık görüşünün önüne geçmeye başlamıştır. Deneysel bilimlerin yükselişi, gerçeğin ne olduğu ve nasıl bilinebileceği problemine başka bir çözüm sunmuştur. Deneye konu edinilenin nesneler olduğu ve onun da bilimsel yöntemin sağladığı bilgiyle bilinebileceği düşünülmüştür. Dönem itibarıyla bu düşünüşün etkili savunucuları arasında Simon ve A. Comte vardır.

19. Yüzyılın İlk Yarısında Oluşan Felsefelerin Etkileri

Hegel

“Gerçek olan akılsal, akılsal olan gerçektir.”

Kant’ın bilgi ve varlık konusunda geliştirdiği düşüncelerinde bilgiyi varlığın önüne almasını eleştiren Hegel, bilgiden önce varlığın konu alınması gerektiğini belirtir. Felsefe, ona göre ancak varlığın felsefesi olabilir ve insan, felsefeyle nesnenin arkasındaki ideyi (fikri) kavrayabilir. Bu kavrama, Hegel’e göre kavramlar aracılığıyla mümkündür. Tarihin gerçeğini ifade eden bu kavramlara insanları ulaştıracak yol ise felsefedir. Varlığın ne olduğunun cevaplanması felsefenin görevidir.

A. Comte

“İnsanlık teolojik ve metafizik dönemi bitirmiş pozitivist döneme girmiştir.”

Comte, pozitivizm görüşünü ileri sürmüştür. Materyalist anlayışa dayalı olan bu fikir, metafiziği reddetmesi bakımından önemlidir. Pozitivizm, olgunun dışında gerçek hiçbir şey olmadığını ve ancak deneye dayalı bilimsel bilginin gerçeğin bilgisini içerdiğini savunur. Yani onlara göre gerçek olan olgusaldır. Bu açıdan onların görüşleri 20. yüzyıl felsefesinin bilimle olan etkileşimi açısından önemlidir.

Fransız İhtilali’nin sonuçları değerlendirildiğinde devrimi isteyenler tarafından öne sürülen adalet ve eşitliğe dayalı toplum düzenine ulaşılamadığına yönelik görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Pozitivizm akımı öncülüğünde Fransa’da yeni bir düzen arayanlar olmuştur. Sanayi Devrimi üzerine yapılan eleştiriler de İngiltere’de gitgide tırmanmış ve yeni düzen arayışları orada da görülmeye başlamıştır. Toplumda adil bir bölüşüm olmadığı fikri Almanya’yı da içine almış ve tüm Avrupa’yı, 20. yüzyıla doğru ise dünyayı sarmıştır. Bu arayışlar içinde öne çıkan siyasi düşünceler arasında sosyalizm hızla yayılmıştır. Bu açıdan en fazla eleştiriye uğrayan düşünür de Hegel olmuştur. Avrupa’daki gelişmeler doğrultusunda felsefede yeni fikirler oluşmuştur.

20. Yüzyıla Doğru Oluşan Felsefelerin Etkileri



Marx

“İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.”

Hegel felsefesine yapmış olduğu itirazın yanı sıra materyalizm ve pozitivizm düşüncelerinden etkilenen Marx, sosyalist düşüncenin öncülerinden biri olmuştur. Marx’ın görüşleri diyalektik materyalizmdir. Marx, baş aşağı olduğunu düşündüğü Hegel’in diyalektik düşüncesini, ayakları üzerine çevirdiğini ifade ederek diyalektiği; ekonomi temelinde insanlık tarihine uygulamıştır. Dolayısıyla Hegel’in tarihsel idealizmini, ekonomi temelinde tarihsel materyalizme dönüştürmüştür.

Sören Kierkegaard

“Ne olduğun gerçeğiyle yüzleş, çünkü seni değiştirecek olan şey odur.”

19. yüzyıl itibarıyla Almanya’da Hegel felsefesine karşı çıkan diğer bir filozof da Sören Kierkegaard’tır. Bu filozofun önemi sadece Hegel felsefesine itirazda bulunması değil; 20. yüzyıl felsefesini etkilemesi ve onun için de varoluşçu felsefe akımının öncülerinden biri olmasıdır. Kierkegaard’ın Hegel’e eleştirisi, genel olarak Hegel’in felsefesinde bireyin öznel olarak var olma şansının olmadığı yönündedir. Hegel’in akılla gerçeği birbirine eşlemesi noktasında nesnel bir sistem kurduğunu ve bu sistemde öznel bir varoluşa yer vermediğini belirtir. Dolayısıyla Kierkegaard, nesnel gerçeklik görüşünün karşısına öznel gerçeklik görüşünü çıkarır. Ona göre gerçek olan varoluştur.

18-19. yüzyıl felsefi tartışmaları, 20. yüzyıl felsefesinde pozitivizm, diyalektik materyalizm ve varoluşçuluk
felsefelerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu felsefeler, aynı zamanda çağdaş felsefede bazı ana akımlara
dönüşmüştür.

20. Yüzyıl Felsefesinin Ayırt Edici Nitelikleri

20. Yüzyıl Felsefesinin Temel Özellikleri, Problemleri ve Ana Akımları

20. yüzyıl felsefesi; gerçeğin ne olduğu, nasıl bilineceğinin ele alındığı ve metafizik tartışmaların kendini hissettirdiği bir dönem olmasının yanı sıra dünya savaşları gibi toplumsal ve ekonomik düzlemde yaşanan değişimlere yönelik fikirlerin de oluştuğu bir dönemdir. Çağdaş bir felsefe olan ve belli bir coğrafyanın egemenliğinde olmayan 20. yüzyıl felsefesi, zaman içinde sistemleşmiş ve dünyanın çeşitli yerlerinde yapılır olmuştur.

19. yüzyılın tarihsel seyrine bakıldığı zaman bilimin ilerleyişinin birçok alanda yeni çalışmalar getirdiği, bu durumun da bilimde uzmanlık alanları fikrini açığa çıkardığı ve daha önceleri doğa felsefesi altında toplanan bazı bilim alanlarının felsefeden ayrılıp bağımsız birer disipline dönüştüğü görülmektedir. Bilimdeki bu gelişmeler, filozofların bilgi üzerinde önemle durmalarına ve bilimi sorgulamalarına sebep olmuştur. Bu yönelim, felsefenin kuramsallaşmasına da neden olmuştur. Felsefede de uzmanlaşmalar başlamış ve çeşitli alanlarda derinlemesine çalışmalar yapılmıştır. 20. yüzyıl sonlarına doğru üniversite dışında çalışan filozof neredeyse kalmamıştır. Felsefedeki bu uzmanlaşma süreci, felsefenin ne olduğu problemine teorik açıdan yaklaşılmasına neden olmuş ve felsefe, yöntem kazanma eğilimine girmiştir.

20. yüzyıl, gerek ekonomik gerekse devletler arası ilişkilerde bilim ve teknolojinin güç olarak kullanıldığı bir çağdır. Bu güç, üretim ve silahlanmada kendini açıkça göstermiştir. Dünya savaşlarının yaşandığı bu dönemde politik ve ekonomik çöküşlerle yaşanan dramatik olaylar, insanları umutsuzluğa sürükleyerek bunalıma sokmuş ve bireyselleşmelerine neden olmuştur. Yaşanan olaylar, insanların değer anlayışlarında değişimler meydana getirmiş ve bazı değerler derinden sarsılmıştır. Filozoflar, çağın bu sorunlarına karşı duyarlılık göstermiş ve bu durumu felsefelerinde işlemiştir.

20. Yüzyıl Felsefesinin Öne Çıkan Özellikleri

  • Felsefenin problemlerine yeni açıklamalar getirilen dönemdir.
  • Felsefede uzmanlaşmaların olduğu dönemdir.
  • Felsefenin yeni yöntemler kazandığı dönemdir.
  • Felsefenin alanlarında derinleşilen dönemdir.
  • Felsefede yeni ana akımların oluştuğu dönemdir.
  • Sembolik mantık çalışmaların yoğunlaştığı dönemdir.
  • Dilsel analizlerin yapıldığı, dil ve düşünce arası ilişkilerin incelendiği ve dil kuramlarının geliştirildiği dönemdir.
  • Bilim üzerine yapılan çalışmalar sonucunda bilim felsefesi alanının kurulduğu dönemdir.
  • Felsefe tarihinin en fazla yayın çıkardığı ve giderek de yayınlarının çoğaldığı dönemdir.
  • Felsefenin üniversiteler aracılığıyla dünyanın her yerinde yapıldığı dönemdir.

20. yüzyıl felsefesinin temel problemlerini, onlara yönelik dönemin ana akımlarının yapmış olduğu tartışmalar ve eğilimler belirlemiştir. Bu problemlerin anlaşılabilmesi için 20. yüzyıl felsefesinin akımlarının görüşlerinin incelenmesi gerekir.

20. Yüzyıl Felsefesinin Temel Problemleri ve Akımları

  • Gerçeklik-Görünüş Sorunu (Fenomenoloji)
  • Yorum Sorunu (Hermeneutik)
  • Varoluş-Öz Sorunu (Varoluşçuluk)
  • Değişim Sorunu (Diyalektik Materyalizm)
  • Metafizik Bilgi Sorunu (Mantıkçı Pozitivizm)
  • Varlık Sorunu (Yeni Ontoloji)

Fenomenoloji ve Gerçeklik-Görünüş Sorunu

18-19. yüzyıl ve sonrası felsefelerin doğa bilimlerine yaklaşması, felsefede hakikat arayışının ve değer oluşturma özelliklerinin yitirilmesine neden olmuştur. Doğa bilimleri, fiziksel dünyanın nesnelerinin bilgilerini ortaya çıkardığı iddiasını taşımaktadır. Ancak insan, doğa bilimlerinin bilgisini değil kendi deneyimlerini yaşar. Kişinin deneyimleri, nesnelere yönelen bilinçle sağlanır. Bu bilinç, fenomenolojik yöntemle nesnelerin özünün bilgisini bilmeyi yani anlamları bulmayı gerçekleştirir. Anlamları bulmak veya inşa etmek insanın özneleşmesidir. Özne olmak da bilincin üzerine dönmeyi gerektirir. Husserl, “Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir.” düşüncesiyle bilincin içeriklerine yani fenomenlerin özünün bilgisine ulaşmayı hedefler.

Fenomenoloji, kelime anlamının da tam karşılığı olmak üzere fenomenin incelenmesidir. Fenomen, duyulara konu olan ve duyusal alanın nesneleri olarak ele alınır. Fenomenler nesnenin kendisi değil, nesnenin insan zihnine konu olan şeklidir. İnsan, aklının duyuları aracılığıyla nesneleri kendi algısında deneyimler.

Husserl, fenomenoloji ile felsefi bir yöntem oluşturur. Bu yöntem, fenomenlerin özünün bilgisine ulaşmayı ve dolayısıyla bilincin çözümlenmesini sağlayacaktır. Bilincin özü yönelim olduğundan bilince yönelik araştırma; bilincin kendisine değil içerdiğine, yöneldiği şeye yani fenomenlere yönelik olmak zorundadır. Fenomenolojik yöntem, fenomenlerin özüne ulaşabilmek için daha önce edinilmiş bilgilerden, ön yargılardan, rastlantısal özelliklerden uzaklaşmak ve bu bilgileri paranteze almaktır. Husserl, paranteze almayı üç durum için gerekli görür.

Paranteze alma yöntemiyle fenomenlerin özüne ulaşılacaktır. Örneğin bir insanın masanın özüyle ilgili bilgisi, karşısında duran masaya dair fenomenolojik yöntemle elde edilir. Masaya dair tüm ön bilgiler ve masanın rengiyle şeklinin paranteze alınmasıyla birlikte kişide oluşan bilgi, masanın özüne dair bilgidir. Bu bilgi “öze dair sezgi”dir.

Hermeneutik ve Yorum Sorunu

20. yüzyıl felsefesinin önemli akımlarından biri de hermeneutiktir. Hermeneutik, insanın söz ve eylemlerinin oluşturduğu ürün ve yapıların anlamına yönelik yorumlamadır. Hermeneutik, tek Tanrılı dinlerde özellikle kutsal metinlerin yorumlanması veya peygamberin söz ve davranışlarının anlaşılması şeklinde ortaya çıkmış ve zamanla tüm metinlerde uygulanır olmuştur.

Dilthey, hermeneutiğin önemli kurucu filozofudur ve en başta doğa ve tinsel bilimler ayrımı yapar. Doğa bilimleri dışsal, tinsel bilimler insana ait yani içsel bilgilerdir. Tinsel bilimlerin başında da tarih gelir. Dilthey, yaşanan her dönemin kendi tinselliği olduğunu ve bu tinselliğin de dilde kendine has anlamlar oluşturduğunu ileri sürer. Tarihsel bir dönemi veya tarihsel bir olayı anlayabilmek için o dönemin tinsel yapısının dile yüklediği anlamlarına bakılması gerekir.

Hermeneutik, Gadamer’in anlam ve yorum üzerine geniş ve sistemli düşünceler ortaya koyması sonucunda gerçek anlamda felsefi bir akıma dönüşmüştür. Gadamer, hermeneutiği de yöntem olmasından daha çok hakikat arayışı olarak görmüştür. Gadamer, bir insanın diğer insanı sonunda da kendini anlaması için hermeneutiğin gerekli olduğunu ve onun köprü işlevini gördüğünü söyler. Anlamak, insanın var oluşunun en büyük kabiliyetidir. Anlamak, üretilmiş bilginin yeniden üretilmesidir.

Gadamer’e göre insan zorunlu olarak ön yargılarıyla vardır. Ön yargı, insan için anlamanın zorunlu koşuludur. Ön yargılar, bir tür ön bilmeyi sağlarken insanın bakış açısının da varabileceği sınırı gösterir. Gadamer, anlamayı ufukların kaynaşması dediği teoriyle açıklar. Ön bilmenin sağladığı kişinin ufku, anlamaya yöneldiği şeyin ufkuyla kaynaşır ve ortaya anlama çıkar. Ufukların kaynaşması, dil ve anlam ilişkisi üzerinden bir insanın sözlerinin anlaşılması veya bir metnin yorumlanması şeklinde olabilir.

Tarihte Olayların Yaşandığı Dönemlere Göre Değerlendirilmesi

Tarih, belge ve kanıtlara dayalı bir bilim dalıdır. Olay ve olguların ele alınmasında kanıtların değerlendirilmesi için birçok bilimden faydalanır. Yeni bulunan kanıt ve belgeler tarih bilgimizi değiştirebilir. Bu değişim, bilinmeyen yeni bir bilginin öğrenilmesi şeklinde olabileceği gibi, bilinen bir bilgiyi yanlışlayıp, doğrusunu ortaya koyabilir. Miryokefalon Savaşı’nın yapıldığı yerin tespit edilmesi bu durumu örneklemek açısından bize güzel bir fırsat vermektedir. Bilindiği gibi Miryokefalon Savaşı 1176 yılında Selçuklu Devleti ile Bizans arasında yaşanmıştır. Bu savaş sonrasında Türklerin Anadolu’dan atılamayacakları anlaşılmış ve Anadolu artık bir Türk yurdu (Türk yurtlarından biri) olmuştur. Bu durum hem Türk tarihini hem de dünya tarihini etkileyen bir durumdur. Türk ve dünya tarihi açısından çok önemli olmasına rağmen Miryokefalon savaşının yapıldığı yer hususunda kesin bir bilgi mevcut değildi. Konuyla ilgili çalışma yapan tarihçiler farklı farklı yerlere işaret ediyordu. Konuyu araştıran tarihçilerin savaş alanı olarak işaret ettikleri yerlerin başında Isparta/ Yalvaç/ Kumdanlı, Hoyran Gölü’nün kuzey doğusundaki Düz Beli Geçidi, Karamık Beli Vadisi, Gelendost Ovası, Çivril’de Kufi Çayı Vadisi geliyordu. Savaşın yapıldığı yerle ilgili olarak ortaya atılan bu görüşler çeşitli delillerle desteklenmeye çalışılsa da konuyla ilgili en sağlam kanıtlara sahip görüş son dönemlerde ortaya konulmuştur. Bir jeoloji mühendisi tarafından yapılan bu çalışma ile savaşın Eğirdir Gölü üzerinde bulunan bir geçitte (Tzibritze geçidi) yapıldığı ortaya çıkarıldı. Daha önce iki küçük göl ve bunlar arasında bulunan bir geçidin bulunduğu alan yaşanan bir depremle değişime uğramış, göller arasında bulunan geçit su altında kalmış, iki gölün birleşmesi ile bugünkü Eğirdir Gölü oluşmuştur. Miryokefalon Savaşı’nın bir kısmı bahsedilen göller arasındaki geçit ve sonrasında da göl kenarında yapılmıştır. Buna göre Eylül 1176’da Uluborlu’dan hareket eden Bizans ordusu iki gölün arasındaki tarihi yol “Tzybritze Geçidi’ne girdi. Geçidin dar olması nedeniyle uzun bir hat halinde ilerleyen Bizans ordusuna II. Kılıçarslan kumandasındaki Selçuklu ordusu saldırdı. Dar geçitte sıkışan Bizans ordusu küçük bölümlere ayrılmış ve yenilmesi kaçınılmaz olmuştu. Tarihe merakı olan bu mühendis konuyla ilgili tarihi kaynakları taramış, bölgede ve tarihi kaynaklarda yer adları ile ilgili araştırmalar yapmış, arazi yapısında yaşanan değişimleri incelemiş ve nihayetinde de savaşın yapıldığı yerle ilgili soru işaretleri ve çelişkileri ortadan kaldırmıştır. Bu çalışma tarihi bilgilerin yeni kanıt ve bilgilerle değişebileceğini, tarihin başta coğrafya olmak üzere jeoloji, arkeoloji, onomastik, etimoloji gibi birçok farklı bilim dalından faydalanabileceğini göstermesi açısından da önemlidir. Tarihi olayları incelerken olayın yaşandığı dönemin koşullarının, coğrafyasının bilinmesi ve değerlendirmelerin geçmişin şartlarına göre yapılması gerekir. Yukarıdaki örnek bunu açıklayıcı niteliktedir. Eğer tarihi olayları kendi döneminin koşullarında ele almaz, kişi olay ve olguları ait oldukları dönemin dışında bir döneme yerleştirirsek bu bir tarih yanılgısı yani “anakronizm” olur, bizi yanılgıya götürür.




Varoluşçuluk ve Varoluş-Öz Sorunu

20. yüzyıl felsefesinin önemli akımlarından biri de varoluşçuluktur. 15. yüzyılda başlayan ve 18-19. yüzyıl felsefesinde hız kazanan bilimsel düşünme tarzı, felsefeyi büyük oranda etkilemiştir. Varoluşçuluk, bilimsel bilginin en ideal bilme şekli olduğuna yönelik anlayışa karşı insan varoluşunun bu bilgi çemberine sıkıştırılamayacağı iddiasıyla ortaya çıkmıştır. 20. yüzyıl, varoluşçu düşünürlere göre gelişme ve ilerlemenin yanı sıra savaş ve yıkımları da beraberinde getirmiştir. Bu çağ, insanın birey olarak var olmasını zora sokmuştur. Böyle bir süreçte ortaya çıkan varoluşçuluk, bir yandan felsefi bir düşünüş alanı yaratma bir yandan da pratik hayata yönelik tutumlar oluşturma çabasının sonucudur.

Varoluşçu olarak kabul edilen filozoflar; özgürlük, seçim yapma (özgür irade), varlığın anlamı, varoluş-öz sıralaması gibi bazı kavram ve felsefi problemler üzerinde durmuşlardır. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük acılar, modern dünyaya yönelik güveni sarsmış ve varoluşçuluk felsefesine olan ilgiyi artırmıştır.

Varoluşçu filozof Kierkegaard, 19. yüzyıl düşünce yapısını ve bireyin önemini azalttığı düşüncesiyle Hegel felsefesini eleştirir ve varoluşçu felsefenin ilk temellerini atar. İnsanın temel sorunu bilgi ve bilmek değil, varoluşun kendisidir. Varoluş, hiçbir zaman hazır değildir; oluş içinde olan insan, sürekli yeni kararlar alıp seçimler yaparak kendini yeniden sentezler. İnsanın seçim yapabilmesi özgür oluşundandır. Özgürlük ise seçimlerin sonuçlarının sorumluluğunu almayı gerektirir.

Varoluşçu felsefeyi, farklı açılardan Nietzsche de etkilemiştir. Aydınlanma düşüncesiyle oluşan modern insanın değerlerini eleştirir. Modern insanın değerlerinin dayandığı ilkelerin çöktüğünü söyler. Nietzsche’ye göre insan, toplumu ve kendini aşmalıdır. Aşmak, belirlenmiş amaca yönelmekten öte aşma sürecinin kendisiyle anlamlıdır.

Jaspers, modern dünyanın düşünce yapısıyla materyalist ve idealist felsefelerin varlığı açıklama konusunda yetersiz kaldığını söyler. Bilimlerin insanın varoluşunu açıklayamayacağını, felsefenin ise insanın öznel varoluşunu açıklayabileceğini söyler.

Varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden olan Sartre, “Varoluş, özden önce gelir.” yargısıyla felsefi sistemin merkezinde olan bir savı dile getirir. Bu yargı, insanın önceden belirlenmiş bir özle dünyada bulunmadığını, seçimleriyle özünü ve asıl olarak kendini oluşturduğunu söyler. İnsanın hayat karşısındaki özünü oluşturma gücü, seçim yapabilmesinden yani özgür olmasından kaynaklıdır. İnsanın özgürlüğü doğuştan değil bilinci sayesinde vardır.

Kierkegaard, Korku ve Titreme

“Bir zamanlar Hollanda’da baharat piyasası biraz durgun olduğunda tüccarlar fiyatı yükseltmek için bazı mallarını denize dökmüşlerdi. Bu affedilebilir, belki de gerekli bir savaş hilesiydi. Acaba ruh dünyasında da benzer bir şeye gereksinimimiz var mıdır? Acaba zirvelere ulaştığımız ve geride sadece dindarcasına hâlâ o noktaya gelemediğimize inanmak ve böylece vakit geçirecek bir şeylere sahip olmamız gerektiğine çok mu eminiz? Şimdiki kuşağın gereksinim duyduğu şey, bu tür bir kendi kendini aldatma hilesi midir? Bununla mı mükemmel ustalık eğitilecektir? Yoksa kendi kendini aldatma sanatında henüz o kadar mükemmelleşmedi mi? Ya da bu kuşağın gereksinim duyduğu şey, korkusuzca ve dürüstçe görevlere dikkat çeken dürüst bir ciddilik midir?

… Bir kuşağın diğerinden öğreneceği ne kadar çok şey olsa da bir kuşak asla insan faktörünü gerçek anlamda atalarından öğrenemez. Bu açıdan her bir kuşak taze bir başlangıç yapar, bir önceki kuşaktan; bu kuşağın görevinden kaytarıp kendi kendini aldatmamış olması kaydıyla farklı bir görevi yoktur ve daha ileri gitmez. Bu otantik insan faktörü tutkudur. Tutkuda bir nesil hem kendisini hem de bir diğerini tam olarak anlar. Bu nedenle hiçbir kuşak bir diğerinden nasıl seveceğini öğrenmez, hiçbir kuşak başlangıçtan başka bir yerden başlayamaz, hiçbir sonraki kuşağın görevi atalarınınkinden daha kısa değildir ve eğer bir kimse, eski kuşaktan farklı olarak sevgiyle yetinmek istemeyip daha ileri gitmek isterse o zaman bu sadece boş ve aptalca bir istek olacaktır.”

Turgut Özakman, Diriliş

Benzeri olmayan bu kanlı boğuşmalar, özellikle Anzakları etkilemeye, kafalarını kurcalamaya başlamıştı: Türkler vatanlarını koruyan, adam gibi dövüşen, inancı ve vatanı uğruna ölen insanlardı. Bunu iyi anlamışlardı. Peki, kendileri niye buradaydılar? Niye ölüyor ve öldürüyorlardı? Kim ve ne adına? Bu sorular, düşünenleri rahat bırakmaz olmuştu.

Bir saka neferi Türk, mevzilerinin en sağ yanında bulunan Balıkçı Damları yöresinde, savaştan uzak, kuytu bir vadide güzel bir su kaynağı keşfetmişti. Sağ yandaki bölüklerin sakaları kaynağa konuşa konuşa birlikte gidiyor, birlikte dönüyorlardı. Ta uzakta, herhâlde Bombasırtı’nda yine bombaların patladığı bir sabah kaynağa yaklaşınca apışıp kaldılar. Anzaklı Sakalar da kaynağı keşfetmiş, bidonlara su dolduruyorlardı. Ne etmeliydi? Silahları yoktu. Kuşkuyla baktılar. Düşman sakalarının da silahı yoktu. Dövüşmeli miydi? Su için dövüşmek yakışık alır mıydı? Biri fısıldadı: “Su içene yılan bile dokunmazmış.” Ama geriye susuz da dönülmezdi. Bu sırada düşman sakaları da Türkleri gördüler. Onlar da bocaladılar. Ne yapmalıydı? Bidonları hızla doldurup uzaklaşarak kaynağı Türklere bıraktılar. Bundan sonra hangi yan erken gelirse öbürü uzakta, görmezliğe gelerek sırasını bekleyecekti. Yukarılarda, ilerilerde kıyamet koparken burada gizli su barışı sürüp gidecekti. Ağustosa kadar. Ağustosta buralar da altüst olacak, yer yerinden oynayacaktı.

Diyalektik Materyalizm ve Değişim Sorunu

Materyalizm, varlığın temelinde maddeyi gören anlayışların ortak adıdır. Materyalizm düşüncesi ilk Çağ’dan bu yana farklı düşünürlerce ortaya konmuş ve maddenin varlığa temel oluşu farklı biçimlerde savunulmuştur.

Materyalist düşünceyi temel alan Marx ve Engels, tinden başladığı için Hegel’in diyalektiğini baş aşağı duruyor olarak nitelendirmiştir. Onlara göre Hegel, diyalektik yöntemi tez-antitez-sentez süreçleriyle belirlemede doğru bir düşünce ortaya koymuş ancak tez aşamasını tin ile başlatmakla hata yapmıştır. Tez aşaması madde yani doğa ile başlamalıdır. Marx ve Engels bu yaklaşımlarıyla diyalektik materyalizm düşüncesini ortaya koymuşlardır. Onlara göre varlığın tüm süreci doğanın nicel birikimlerinden oluşan nitel sıçramalardan oluşur. Nitel birikimler de nicel olanı değiştirmeyi sağlar.

Genel olarak diyalektik yöntemi Engels, düşünce ve doğanın Marx ise toplumun hareket ve değişimlerini açıklamak adına kullanmıştır.

Engels, dönemin bilimsel bilgilerini ele alarak doğayı ve doğanın diyalektiğini açıklamaya çalışmıştır. O, düşünce ve doğanın uyumlu yapılarda olduğunu ve düşüncenin işleyişinin doğanın tabi olduğu yasalara göre şekillendiğini savunmuştur. Bu hâliyle diyalektik bir yöntem olmasının yanında epistemolojik-ontolojik bir görüştür.

Marx, tarihteki toplumsal değişimleri inceleyerek tarihsel dönüşümü üretim süreçlerine bağlayarak açıklamaya çalışmıştır. Ona göre insanlar, ekonomik süreçte üretim yapan ve üretilenlere sahip olanlar olarak farklı sınıflara tabidir. Toplumda ekonomik üretim ilişkileri maddi unsurlar olarak alt yapıyı (temeli) oluştururken siyaset ve hukuk gibi kurumlarsa üst yapıyı oluşturur. Marx’a göre alt yapı üst yapıyı belirler. Marx, bir toplumun ekonomik unsurlarının (alt yapı) kültür ve hukuk gibi olguları (üst yapı) oluşturduğunu ileri sürer. Ona göre alt ve üst yapı değişimleri birbirini etkileyerek yeni ekonomik sistemler oluşturur. Marx’ın yönelimi, tarihsel materyalizm olarak da adlandırılır. Diyalektik materyalizm 20. yüzyılın felsefi ana akımlarından biridir.

Mantıkçı Pozitivizm ve Metafizik Bilgi Sorunu

Matematik içinde sadece hakikati değil,
aynı zamanda en yüce güzelliği de barındırır.
Bertrant Russell

20. yüzyılın başlarında Viyana’da Moritz Schlick öncülüğünde aralarında Carnap ve Whitehead’in de bulunduğu bazı bilim insanları bir araya gelerek mantıkçı pozitivizm akımını oluşturmuşlardır.

“Viyana Çevresi” olarak da mantıkçı pozitivistler, temelde bilimsel bilgilerin, gözlemlenebilir olgu durumlarına dayanan basit mantıksal önermelerle kurulması gerektiği fikrinde birleşirler. Olgu durumlarını işaret etmeyen ifadelerin anlamsız olduğunu ileri sürerek deney ve gözlem alanının dışında kalan yani doğrulanması mümkün olmayan dilsel-mantıksal önermelerin anlamsız olduğunu belirtirler. Dolayısıyla mantıkçı pozitivistlerin üzerine yoğunlaştığı alan dil ve mantık alınıdır. Ele alınan problem önermelerin anlam sorunudur. Yapılmak istenen ise deney ve gözlem alanıyla doğrulanması mümkün olmayan metafizik önermeleri diğer önermelerden ayırmaktır.

Mantıkçı pozitivistlere göre metafiziksel önermeler anlamsızdır. Onlar için bir önermenin doğrulanabilir olması, o önermenin yanlış ya da doğru olduğunun ortaya konması demektir. Doğrulanabilir önerme, olgusal olarak üzerinde deney yapılmaya uygun önermedir. Metafiziksel önermelerde buna imkân yoktur, onun için anlamsızdır. Mantıkçı pozitivistlerden Rudolf Carnap, metafiziksel önermelerin sözde önermeler olduğunu ileri sürmüştür. Örneğin “Ruh ölümsüzdür ve bulunduğu beden çürüyünce diğer bir bedene geçer.” önermesi düşünüldüğünde ruhun varlığı ve bedenler arası geçişi fikri deney ve gözlemle ispatlamaya olanak vermediği için bu önerme metafizikseldir.

Mantık ve matematiğin önermeleri metafiziksel değildir. Her ne kadar onlar olguya dayanmasalar da mantıksal ilke ve kurallar çerçevesinde doğru veya yanlışlıkları ortaya konabilmektedir.

Mantıkçı pozitivizmin benimsediği bilim görüşü, pozitivizmin de ileri sürdüğü tümevarım yöntemine dayanır. Günümüzde klasik bilim görüşü olarak da bilinen bu görüşte bütün bilimler birbirleriyle ilişkilidir. Olgular üzerinde yapılan deney ve gözlemlerle bilim birikimsel olarak ilerler. Bilim insanının çalışmaları sonucunda ortaya çıkan ürün (bilimsel yasa), olguya dayanarak mantıksal ve dilsel olarak doğrulanabilir genel bir önermedir. Bu görüş ürün odaklıdır. Felsefe görüşlerinde ise felsefeye, bilimsel bilgi alanlarında ortaya çıkan bilgilerin anlamlarını açığa çıkarma görevi verilmiştir. Felsefe, onlara göre bu ilişkileri dilsel ve mantıksal açıdan çözümlemeyle uğraşmalıdır ve metafiziksel önermeleri içeren boş tartışmalardan kaçınmalıdır.

Mantıkçı pozitivizmin ve onun temelinde olan pozitivizmin bilim görüşünü eleştiren düşünürlerden biri Thomas Kuhn’dur. O, bilimsel etkinliğin tarihsel arka planına dikkat çekerek bilimsel kuramın oluşum safhalarını ele almış ve klasik bilim görüşünü derinden sarsmıştır.

Bilimi, bilim insanlarının etkinliği olarak düşünen Kuhn; onun toplumsal ve kişisel değer yargılarından arınık olmadığını savunur. Ona göre bilimsel anlayış, bilimin tüm süreçlerini içermelidir. Bilimi, kendini meydana getiren değerlerden bağımsız olarak düşünmek bir hatadır.

Kuhn’un eleştirilerindeki kilit kavram “paradigmadır. Paradigmayı, bilim insanlarının paylaştığı ortak değerleri işaret etmek için kullanır. Paradigmalar, ortaya çıkan yeni anlayış ve gelişmeler doğrultusunda değişebilir. Örneğin Aristoteles’in fizik alanındaki görüşleri bir zamanların paradigmasıdır ve Newton’a kadar da bu paradigma geçerli olmuştur. Dolayısıyla ona göre pozitivizm ve mantıkçı pozitivistler yanılgı hâlindedir. Bilim, paradigmaların değişimiyle sıçramalar yaparak ilerler.

Mantıkçı pozitivizmin bilim görüşüne yapılan ilk ciddi eleştiriyi, bu görüşe yakın durmasına rağmen Karl Popper yapmıştır. Popper’a göre bilim, kesin olarak düşünülen tümevarıma dayanmaz. Çünkü tümevarımla kurulan bilimsel bir kuramın deneysel olarak ve kesin bir şekilde doğruluğunun ortaya konması imkânsızdır. Popper, görüşlerinin anlaşılması için basit bir örnek verir. “Bütün kuğular beyazdır.” genel önermesine tümevarımsal yöntemle varılması noktasında izlenen yolu, çok sayıda kuğunun beyaz olduğunun gözlemlenmesi ve onlara dayanarak bu önermeye varılması olarak ifade eder (Görsel 5.5). Ama dünyada bulunan bütün kuğuların gözlemlenme imkânına sahip olunamaması tümevarımla ulaşılan bu önermeyi şüpheli yapar. Gözlemlenememiş siyah bir kuğu olabilir, gözlemlenme imkânı olsa bile bir gün bir yerde siyah bir kuğuya asla denk gelinemeyeceğinin iddia edilmesinin gerektiğini bunun da mümkün olmadığını söyler. Çünkü dünyada her an siyah bir kuğu doğma ihtimalinin var olduğunu belirtir.

Yeni Ontoloji ve Varlık Sorunu

Tarih boyunca özellikle filozoflar, insan ve evren üzerine üretilen düşünceleri belli bir temele dayandırmak istemiştir. Bu yönelimleri, bilgileri bir dizge içinde tutarlı olacak şekilde ele almalarını sağlamıştır. Bu sistemli düşünüşü diğer alanlarda da görmek mümkündür. 20. yüzyılda yaşanan olaylar ve bilimdeki gelişmeler, düşüncenin sistematik olarak işlenip gelecekte verimli olması için düşünürleri yöntem aramaya zorlamıştır.

Hartman, felsefedeki en problemli durumların metafizik konular olduğunu söyler. Bu meselelerin çözümlenmesi için aranan yöntemin felsefe tarihinde mantık üzerinden yapıldığını ve Aristoteles’ten Yeni Kantçılar’a kadar bu yolun denendiğini belirtir. Mantık yöntemine dayalı ortaya konan görüşün hakikatle örtüşmesi noktasında problem yarattığını ileri sürer. Mantıksal açıdan doğru olan her durumun her zaman gerçeği vermeyeceği konusuna dikkat çeker.

Felsefede mantığa dayalı yöntemlerin çalışmalarını zayıf görür. Onun için bilgi veren bir alan üzerinden felsefeye sistem kazandırılması gerektiğini düşünür. Bilginin doğasının bilinmesi gerektiğini belirten Hartman, bu yolda ontolojiye (varlık bilimi) kesinlikle ihtiyaç olduğunu ve varlıkların kendi aralarındaki kategorik ilişkilerin incelenmesi gerektiğini savunur.

Varlıkların yapısı ve işleyişini çözümlemeye ve onu deneysel alan üzerinden açıklamaya çalışır. Bu yolda varlığı maddesel ve ruhsal olarak ele alan Hartman, materyalizm ve idealizmin varlığa bakış açıları üzerinden geliştirdiği yöntemle varlığa yönelik problemleri çözmeye çalışır. Ona göre varlık, madde ve ruhtan oluşmuştur. Ruhun en önemli yanı düşünmedir ve bilginin oluşumu her ne kadar düşünen bir özneye ihtiyaç duysa da düşünülen varlığın payı unutulmamalıdır. Dolayısıyla Hartman, her bilgi dalında (felsefe, sanat, sosyoloji, hukuk vb.) o bilgi alanıyla uğraşan kişilerin (filozof, sanatçı, sosyolog, hukukçu vb.) kendi uğraşlarının temas ettiği varlığı tanıması gerektiğini ileri sürer. Bunun bir yöntem işi olduğunu belirten Hartman, yeni ontolojinin bu ihtiyacı karşılamak için olduğunu savunur.

Hartman’ın yöntemi genel olarak ontolojiye indirilmiş bir epistemolojiyle kurgulanmıştır. Çeşitli varlıkların anlaşılabilmesi için bütün varlıkların birbiriyle olan ilişkisinin incelenmesini içerir. Bu açıdan Hartman, varlıklar arasında temel olarak dört katman olduğunu belirtir.

N. Hartmann’a Göre Varlık Katmanları

Tinsel Katman

İnsan, düşünce, özgürlük, kültür, din, ahlak ve sanatlar. Tin veya akıl etkin olarak kullanılır. Ruhsal yaşantılar, ürüne dönüşerek evrenselleşir. Bu katmana doğru özgürlük artar, güçlülük azalır. Bu katmanla felsefe ilgilenir.

Ruhsal Katman

İnsanlar ve hayvanlar bulunur. Tümden bilinçli olmasa da bilinçli ve ruhsal yaşantılardır. Bu katman, tinsel katmana kaynaklık sağlar. Bu katmanla psikoloji bilimi ilgilenir.

Organik Katman

Canlı varlıklar, tek hücreli canlılar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Sezgi, etkin olarak kullanılır. Bu katman, inorganik katmandan kaynak sağlar. Bu katmanla biyoloji bilimi ilgilenir.

İnorganik Katman

Cansız varlıklar ve madde. Algı etkin olarak kullanılır. Bu katmandaki varlıkların yer kaplama, ısınma ve düşme özellikleri bulunur. Bu katmanla fizik ilgilenir.

Bu katmanlar, varlıkların nitelik bakımından birbirlerinden ayrışması sonucunda oluşmuştur. Hartmann’a göre bu kategorik bir ayrışmadır ve birbirlerinden tamamen ayrı oldukları anlamına gelmez.

Türkiye’de Felsefi Düşünceye Katkıda Bulunan Felsefeciler

Türkiye’deki felsefe çalışmalarının 20. yüzyıla doğru başladığı görülmektedir. İlk felsefe bölümü, 1933 yılında üniversitelerde yapılan reform sonucunda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesinde açılmıştır. Kurumsal çalışmaların başlaması, felsefenin ülkede hızla yayılmasını sağlamıştır. Geçmişten günümüze yaptıkları çalışmalarla Türkiye’de felsefenin gelişmesi ve yayılmasında emeği geçen birçok felsefeci ve düşünür vardır. Bu insanlar, toplumun aydınlanmasında etkili olmuş ve olmaya da devam etmektedir.

Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI

Rıza Tevfik Bölükbaşı, Edirne’de doğmuştur. Mülk-i Tıbbiye’den mezun olmuştur. Devlet idaresinde görev almış ve Darül Fünun olarak bilinen İstanbul Üniversitesinde felsefe ve estetik dersleri vermiştir. Feylesof Rıza olarak da bilinen Rıza Tevfik Bölükbaşı aynı zamanda şairdir.

Başlıca eserleri: “Felsefe Dersleri”, “Ömer Hayyam ve Rubailer”, “Abdülhak Hamid ve Mülahazat-ı Felsefiyyesi”dir.

“Rıza Tevfik, ülkemizde ilk kez felsefe ders kitabını yazmış ve bu derslerin programını yapmıştır. Hem lise hem de üniversitede felsefe okutmuştur. Şiirlerinde felsefe yapmış ve yazılarında felsefeyi savunmuştur. Birçok makalesine “feylesof” imzasını atmıştır.

Sözün özü Rıza Tevfik’in felsefesinin temel unsurları şu üç esasta toplanabilir:

Akıl ile Tanrı’nın varlığı bulunabilir. Ölüm, hayret ve şüphe olguları bizi varlıkta ilk sebebe götürür. Bu da Tanrı’dır.

Varlıkta birlik vardır. Her şey Tanrı’nın gücünün görünüşünden ibarettir. İnsan evrenin merkezi ve özetidir. Bu sebeple de âlemin en değerli ve en güzel varlığıdır.”

Hasan Ali YÜCEL

Hasan Ali Yücel 1897 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk, orta, lise ve üniversite eğitimini İstanbul’da tamamlamıştır. Üniversite eğitimini Darül Muallimin-i Aliyenin (Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi) Felsefe Bölümünde bitirmiş ve İstanbul’da çeşitli okullarda felsefe öğretmenliği yapmıştır.

Hasan Ali Yücel’in felsefesi; hürriyet, eğitim ve hümanizm kavramları üzerine kuruludur. Hürriyeti, insan ve toplum için “bir ideal, kavuşulacak bir yer, bir hedef” olarak belirler. Hürriyetten ancak insanın kendi başına düşünmeye başlamasıyla bahsedilebilir. Ona göre hürriyet “bir düşünüş, bir farkına varma ve bir anlayış” olma özelliği taşır. Eğitim sistemi ilk olarak insanın kendi başına düşünmesine olanak tanımalıdır. Yücel, hürriyet olmayan yerde insanın karakterinin gelişmeyeceğini ifade ederken bireyin hürriyetini öne çıkarır. “Hava küreden kendimizi nasıl soyutlayamaz isek cemiyetten de kendimizi ayrı tutamayız.” derken insanın hürriyetinin tamamlanmasında toplumun ve devletin önemini vurgular. Öyle ki hürriyetin kullanımında şu ayrıma yönelir: “Hürriyet iki tat arasındadır.” ve bu iki tat karşısındaki tutumu “hoşlanma durumunda itaat, hoşlanmadıklarından eleştiri ve kabul etmeme”dir. İşte bu noktada bireyin toplumla bağlılığı, uyumu ve dengesi esas alınır.

Hasan Ali Yücel’in düşüncelerinde hürriyeti isabetli anlamak ve kullanmak meselesi eğitim ve hümanizmin temeli olan insana saygıdan geçer. Bu şartların sağlandığı ülkede her türden düşünceye mensup insan, bir arada uyum içinde yaşayabilir. Hümanizm, insanlar arasında elitleşme ve ayrışmayı kaldırmalı aksine halka, onun eğitimine ve hürriyetine temas eden bir anlayışı filizlendirmelidir. Özetle düşünürün hürriyete ilişkin birey ve toplumu sentezleyen, eleştirel ve hümanist bir tavır sergilediği görülür.

Hasan Ali Yücel’in “Felsefe Elifbası”, “Mantık”, “Hürriyet, Gene Hürriyet”, “Türkiye’de Ortaöğretim”, “Goethe: Bir Dehanın Romanı” adlı eserlerinin yanında dil, kültür ve tarih üzerine çeşitli eserleri bulunmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı görevini yürüttüğü dönemde tercüme bürosu kurdurmuştur. Felsefe ve edebiyat alanlarında çeviri yapmıştır.

Nusret HIZIR

Nusret Hızır, İstanbul’da doğmuştur. Yurt dışında felsefe, matematik ve fizik üzerine eğitim görmüştür. 1934 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde akademik çalışmalara başlamıştır. Çalışmalarına Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde bilim felsefesi ve mantıkçı pozitivizm üzerine dersler vererek devam etmiştir. Ayrıca Hacettepe ve ODTÜ’de de derslere girmiş ve Türk Tarih Kurumunda danışmanlık görevi yapmıştır.

Nusret Hızır, felsefe ve bilimin kendine ait bir dili olduğu görüşündedir. Felsefe ve bilim gibi sistemli insan faaliyetlerinin kendi dili ve özel kavramları olduğunu belirtir. Felsefesinin diyalektik çerçevede olduğunu söyleyen Nusret Hızır, analitik felsefenin felsefeye bakışını da benimsediğini ifade eder. Analitik felsefeye göre felsefe ve bilimin ortaya koyduğu önermeleri çözümlemeyle uğraştığını söyleyen Nusret Hızır, felsefenin bundan ibaret görülmesinin de yanlış olduğunu belirtir. Analitik felsefenin çözümleme sonucunda ulaştığı şey, ona göre bütünün parçasıdır. Parçanın bütün gibi gösterilmesine karşıdır. Yöntem kaygısı yüzünden durağan bir pozisyona düştüğünü belirttiği analitik felsefenin sadece parçaya varmada işe yaradığını, bütünlükte ise diyalektik yöntemin faydalı olduğunu söylemektedir.

Nusret Hızır, “Felsefe Yazıları” adlı kitabıyla da Türk Dil Kurumu 1977 Deneme Ödülü’nü almıştır.
Çok sayıda akademik çalışmasının yanı sıra Nietzsche ve Erasmus’tan çeviri kitaplarıyla “Bilimin Işığında Felsefe”, “Geride Kalanlar” vb. eserleri bulunmaktadır.

Hilmi Ziya ÜLKEN

Hilmi Ziya Ülken, İstanbul’da doğmuştur (Görsel 5.10). İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesinden mezun olduktan sonra Türk düşünce tarihi üzerine çalışmalar yapmıştır. Mustafa Kemal Atatürk tarafından araştırma yapması için Almanya’ya gönderilmiştir. Yurda dönüş yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Düşünce Tarihi kürsüsüne doçent olarak atanmış; yapmış olduğu çalışmalar sonucunda felsefe, sosyoloji ve sanat profesörü, son olarak da ordinaryüs profesör olmuştur.

Varlık alanında yapmış olduğu çalışmalarıyla felsefede öne çıkmıştır. Hilmi Ziya Ülken’in bilgi ve değerler alanına yönelik görüşleri de varlık görüşleri çerçevesinde oluşur. O, Aristoteles’in metafiziği tanımladığı gibi felsefeyi ilk bilim olarak tanımlar. Felsefe, ona göre olgu alanına yönelik derinlemesine bir araştırmadır ve kesin olan ilk bilimdir. Felsefenin dogmatik düşüncelerden arınarak hakikate yönelmesi gerektiğini belirtir. Bu durumun felsefeye sistem kazandıracağını söyler.

Hilmi Ziya Ülken’e göre akıl, felsefenin; mantık da düşünmenin aracıdır. Felsefe, aklı ve mantığı aklın sınırlarını aşan konularda kullanır. Ancak fenomenoloji içinde yöntem kazanan mantığın felsefeye yararlı olacağı görüşündedir. Fenomenolojinin paranteze alma yöntemini benimseyen Hilmi Ziya Ülken, bilgiye mantıkla ulaşılabileceğini belirtir.

Klasik mantıkla modern mantığın farklarını vurgulayan Hilmi Ziya Ülken, varlıkla mantık arasındaki ilişkiyi de analiz etmiştir. Mantık yoluyla varlığa ait ilke ve kurallar direkt olarak çıkarılamayacağı için mantıkçı pozitivistlerle aynı fikirdedir.

Hilmi Ziya Ülken’e göre iki tür varlık vardır: sonlu ve sonsuz varlık. Sonlu varlık olan insanın sonsuz varlık hakkında bilgisinin olamayacağını ve sonlu varlığın sonsuz varlığı yaşamasının imkânsız olduğunu belirtir. Sonlu varlığın ancak akıl ve mantık aracılığıyla sonsuz varlığı düşünebileceğini bunlara ek olarak da sezgiyle onun hissedebileceğini ileri sürer. İrade özgürlüğünün ve başkalarına karşı sorumlu olmanın temelini Allah’a karşı sorumlu olmada gören Hilmi Ziya Ülken, insanın özgür olmasını onun sonlu varlığı düşünebilmesine bağlar. Kendi benine ulaşmasının iç dünyasına yönelimle olduğunu ve bu dünyayı kuran insanın da insanlık adına tüm değerleri üretebileceğini belirtir.
Hilmi Ziya Ülken, tarih sahnesinde yerini almış filozofların tartışmaları üzerine getirdiği açıklamalarla kendi felsefesini kurmuştur. Türk ve İslam düşüncesi üzerine eğilmiş ve mantık bilimini bu alanlar üzerinde yapılan tartışmalarda kullanmıştır. Çağdaş düşünce eserlerinin okunması ve inançla içeriklerinin değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir.

Akademik çalışmalarının yanında çok sayıda kitap da yazmıştır. “Varlık ve Oluş”, “Aşk Ahlakı”, “Ahlak İnsanî Vatanperverlik”, “Türk Düşünce Tarihi”, “Türk Filozofları Antolojisi”, “Metafizik”, “İbn Haldun”, “İslam Düşüncesi”, “Felsefeye Giriş” ve “İslam Felsefesi Tarihi” eserlerinden bazılarıdır.

Takiyettin MENGÜŞOĞLU

Takiyettin Mengüşoğlu, Malatya’da çiftçi bir ailede doğmuştur. Almanya’da Berlin Üniversitesinde felsefe, fizik ve kimya öğrenimi görmüş; Husserl ve Scheler üzerine doktora yapmıştır. Yurda döndüğünde akademik çalışmalarına İstanbul Üniversitesinde devam etmiştir. Felsefe profesörü olarak emekli olmuştur. Değer alanındaki çalışmalarıyla ön plana çıkan Takiyettin Mengüşoğlu, yeni ontoloji ve fenomenoloji akımlarından etkilenmiş ve bu alanda dersler vermiştir.

Takiyettin Mengüşoğlu, insanın ne olduğu sorunuyla yakından ilgilenmiş ve insanı ontolojik temelde antropolojik bir varlık olarak tanımlamıştır. İnsanı açıklamada onun tek özelliğinden yola çıkmanın hatalı olacağını belirtmiş, insanın tüm yapısı ve eylemleriyle ele alınması gerektiği üzerinde durmuştur. İnsanın günlük hayatında gerçekleştirdiği her şey ahlak konusu içinde ele alınır, bunlar bir bütün hâlinde incelenirse ahlakın ne olduğu anlaşılır ve dolayısıyla insan da anlaşılmış olur. Ona göre insan, değer üreten bir varlıktır ve ona yaklaşırken bu değerler göz ardı edilmemelidir. Tüm alanlarda üretken olan insana bütünlükçü yaklaşılması doğru bir tavırdır.

İnsan, ona göre kendini ve başkasını tanımalı çünkü ahlaki bir varlık olabilmesinin koşulu buna bağlıdır. İnsan kendi eylemlerinden sorumludur, onun kişi olması bu sorumluluğu taşımasındandır.

“Felsefeye Giriş”, “Kant ve Scheler’de İnsan Problemi”, “Değişmez Değerler ve Değişen Davranışlar”, “Felsefi Antropolojisi”, “Fenomenoloji ve Nicolai Hartmann”, “İnsan ve Hayvan”, “Dünya ve Çevre” vb. eserleri vardır. Ayrıca Nicolai Hartmann, Max Scheler ve Heinz Heimsoeth gibi filozofların eserlerini de Türkçeye çevirmiştir.

Macit GÖKBERK

Macit Gökberk, Selanik’te doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun olduktan sonra Almanya’da Berlin Üniversitesinde doktorasını yapmıştır. Türkiye’ye dönünce mezun olduğu İstanbul Üniversitesinde felsefe dersleri vermiştir. Felsefe tarihinde yapmış olduğu çalışmalarla öne çıkan Macit Gökberk, dil ve düşünce üzerine de çalışmalar yapmıştır.

Sade bir Türkçe ile felsefenin anlaşılır olması için çaba sarf etmiştir. Uzun yıllar Türk Dil Kurumunun da başkanlığını yapmıştır. Felsefenin işlevlerinden biri de kültürü güçlendirmek için insanlara çağın bilincini fark ettirmek gerektiğini ifade eder. Toplumun çıkmaza girdiği zamanlarda felsefenin insanları aydınlatma görevi olduğunu belirtir. Çünkü ona göre felsefe, hayatın içindedir ve gerçeğin bütününün anlaşılmasını
sağlar. Türkiye’de yapılan felsefenin ülkeyi aydınlanmaya götürdüğünü ve Türkiye’nin de Batı gibi bazı toplumsal evrelerden geçmesi gerektiğini belirtir. Türkiye Felsefe Kurumu tarafından Macit Gökberk adına ödüller verilmekte ve kurum, ailesine her yıl Macit Gökberk hatırasına Felsefe Ödülü sunmaktadır. Felsefe açısından kaynak teşkil eden eseri “Felsefe Tarihi”dir. Diğer eserlerinden öne çıkanlar ise “Değişen Dünya Değişen Dil”, “Batı Anadolu’nun Yetiştirdiği Antik Filozoflar”, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, “Kant ve Herder’in Tarih Anlayışları”dır.

Nurettin TOPÇU

Nurettin Topçu, İstanbul’da doğmuştur. Aslen Erzurumludur. Maarif eğitim bursu kazanmıştır. Fransa’da lisans eğitimi sonrasında Sorbonne Üniversitesinde doktorasını verir. Yurda dönüşünde İstanbul Üniversitesinden doçentlik unvanı almıştır.

Nurettin Topçu’nun felsefesinin merkezinde ahlak görüşleri vardır. Çatışmacı ahlak anlayışlarını eleştirir. Onun ahlak felsefesinin temeli “hareket” kavramıdır. Hareket, düşüncenin içsel hâlidir. İnsanın var olması, düşünme ve hareketle ilgilidir. Hareket, biyolojik olarak yer değiştirme anlamında değildir. İnsanın kendini ve başka varlıkları değiştirebilmesiyle alakalıdır. Düşünerek hareket etme özelliğine sahip olan insana üstün bir varlık tarafından amaç verilmiştir. İnsanın amacı sonsuz olana ulaşmaktır. Sonsuz olan Allah’tır. Özgür irade sahibi olan insan, bilerek ve isteyerek harekette bulunur; harekette bulunması insanlık vasfını kazandığını gösterir ve harekete devam etmesi isteği onun sonsuz olana ulaşma niyetinden kaynaklanır.

Nurettin Topçu’ya göre insan doğası; ruh, irade ve imandan oluşur. İnsan, bu doğasını yıkmayacak kadar tutku duygusunu da taşımalıdır. Çünkü böylesi bir tutku, insanı sonsuz olana yönlendirir. Bu durum, insanın sonsuzluk arayışıdır. Nurettin Topçu, insanın arayış hâliyle harekette bulunduğunu belirtir. Hareketin olması yani insanın kendinde olanla sonsuz olana yönelmesi, insanın Allah’ı sürekli düşünmesi ve yaşamasıdır.

Nurettin Topçu, insanın bu şuurlu hareketini idealist bir hareket olarak görür ve ahlaki görüşleri açısından ona “isyan ahlakı” adını verir. İsyan ahlakı; insanın iman, irade ve sorumluluk gözeterek özgür iradesiyle aklını kullanmasıdır.

Ona göre birey, özgür iradesiyle aklını kullanırsa toplumda aydınlanma meydana gelir ve toplumu bozucu etkilerden arındırır. Bireyler toplumun huzuru ve güvenliği için harekette bulunmuyorsa ruh, iman ve iradede bir zayıflık vardır ve orada Allah unutuluyor görüşündedir. İsyan ahlakı, Allah’ın emirlerinin uygulanması için
bu emirlere engel olan durumlara karşı isyan edilmesini temsil eder. İsyan etmemek de kişiliksiz olmaktır. Bu kötülükler karşısında teslimiyetçi olmayı şiddetle eleştirir. Bu açıdan eğitim önemlidir. Çünkü ona göre özgür zihniyetin oluşumunda en önemli faktör eğitimdir. Okul, düşünen insanların yetiştirildiği ve özgür iradeleriyle hareket etmelerinin öğretildiği yer olmalıdır.

Birçok bilimsel yayını olan Nurettin Topçu’nun öne çıkan kitapları şunlardır: “Yarınki Türkiye”, “Felsefe”, “Bergson”, “Varoluş Hareket Felsefesi”, “Var Olmak”, “Mantık”, “Mevlana ve Tasavvuf”, “Kültür ve Medeniyet” ve “Taşralı”.

Aydın SAYILI

Aslen Gaziantepli olan Aydın Sayılı, İstanbul’da doğmuştur. Ankara Lisesinde yapılan olgunluk sınavları sırasında orada bulunan Mustafa Kemal Atatürk, Aydın Sayılı’nın sorulara verdiği cevapları görünce onun yurt dışı sınavlarına katılmasını istemiştir. Harvard Üniversitesini kazanan Aydın Sayılı, yüksek lisans ve doktora eğitimini burada tamamlamıştır. “Arap ve İslam Bilimi” adlı doktora teziyle bilim tarihi alanında ilk doktora derecesini alan kişi olmuştur. Türkiye’ye dönüşünde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümünde bilim tarihi dersleri vermiştir.

Çalışma alanı, Türk-İslam dünyası bilim faaliyetidir. Bu alan üzerine çalışmaları, dünya felsefe literatüründe yerini almıştır. Aydın Sayılı, UNESCO’nun “Orta Asya Uygarlıkları Tarihi” çalışmasına katılmıştır. Almanya’da bulunan Doğu Bilimciler Derneğine onur üyesi seçilmiştir. Polonya Konsolosluğu, 1973’te Kopernik’in 500. doğum yıl dönümü nedeniyle “Copernicus” adlı eserinden dolayı Aydın Sayılı’ya Kopernik Madalyası’nı takdim etmiştir.

Aydın Sayılı, geride birçok eser bırakmıştır. “Bilim Tarihi: Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.”, “Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp”, “Beyrûnî’ye Armağan”, “Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe”, “İbn-i Sînâ Doğumunun Bininci Yılı Armağanı” ve “Nikola Kopernik ve Anıtsal Yapıtı” bunlar arasında öne çıkanlardandır.

Mübahat TÜRKER KÜYEL

Ankara’da doğmuştur. Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümünde akademik görevlerde bulunmuştur. Felsefe Tarihi Kürsüsü Başkanı olarak atanmıştır.

Mübahat Küyel, felsefenin tarihsel gelişimi üzerine düşünceler üretmiştir. Onun kültürler arası etkileşimi üzerinde durmuştur. Zeliha Çelikkol, “M. Türker Küyel’in Hayatı, Eserleri ve Temel Görüşleri Üzerine Bir İnceleme” adlı eserinde Mübahat Küyel hakkında ‘Felsefe nasıl doğmuştur, doğduktan sonra Roma’ya, Yahudi, Hristiyan ve Müslüman çevreye, Avrupa’ya, Osmanlılara nasıl, hangi yolla ve ne olarak geçmistir, felsefe hakkında birtakım bilgiler olarak mı yoksa çıkar kaygısından uzak, uyumlu ve evren önünde saygılı, şaşkınlıktan doğan eleştirici bir düşünce anlayışı olarak mı?’ gibi sorular sorarak konuya açıklık getirmektedir. Mübahat Küyel, felsefenin aslında Antik Yunan’da başlamadığını doğanın karşısında duyulan şaşkınlıktan doğduğunu belirtmektedir. Çeşitli bağlantılar kurarak kültürümüzün ne kadar eski ve zengin olduğunu göstermeye çalışmıştır. Günümüze kadar Batı ve Antik Yunan kültürü araştırılmakta sadece bu kültürlerin önemine değinilmekteydi. Ama Küyel, bu yargıyı kırmakla bu kültürler haricinde Türk kültürünün de dünya kültürleri içerisinde büyük katkısı bulunduğunu araştırmalarıyla göstermiştir.” Öyle ki Küyel, Türk düşüncesini Mezopotamya ve Sümer düşüncesiyle ilişkilendirerek aralarında anlamlı bir bağlantı olduğunu belirtir.

Küyel, uluslararası akademi kuruluşlarında görevlerde bulunmuştur. Üniversitelerde ders vermek üzere davet edilmiş, bildiri ve kongrelere katılarak ülkemizi temsil etmiştir. UNESCO’nun yayınlarında çalışmaları
yer almıştır. Eserlerinden bazıları çok sayıda dile çevrilmiştir. Çalışmalarından dolayı 1994 yılında Türkiye İlim ve Edebiyat Sahipleri Meslek Birliğinin Üstün Hizmet Ödülü kendisine takdim edilmiştir.

Küyel’in “Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti”, “Aristoteles ve Fârâbî’de Varlık ve Düşünce Öğretileri”, “Felsefeye Başlangıç” ve “Türk Tefekkür Tarihi” gibi eserleri bulunmaktadır.

İoanna KUÇURADİ

İoanna Kuçuradi, İstanbul’da doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun olduktan sonra bir süre bu üniversitede asistanlık yapmıştır. Doktora derecesinden sonra birkaç yıl Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde felsefe ve Latince dersleri vermiştir. İnsan felsefesi üzerine yaptığı çalışmalarıyla profesör olan İoanna Kuçuradi, değerler felsefesi alanında çalışmalarına hâlâ devam etmektedir.
Özgürlük problemini etik açıdan ele almış ve ona varoluşçu felsefe akımı ekseninde yanıtlar aramıştır. İoanna Kuçuradi, varoluşun özden önce geldiğini ve insanın bu öze eklediği özgürlüğünse sonradan oluştuğunu ileri sürer. Her insana açık olan özgürlüğe ulaşma durumunu sadece bazı insanların gerçekleştirebileceğini savunur. Özgürlüğün insana ait bir özellik olduğunu düşünen Sartre’ı eleştirir ve özgürlüğü varoluşun olanağı olarak ele alır. Her insanın değerle hareket etmediğini belirterek yaşamlarında da bunu gösteremediklerini ifade eder.

İoanna Kuçuradi, hayatta aktif olan bir filozoftur. 1980 yılına kadar kurucuları arasında bulunduğu Türkiye Felsefe Kurumunda genel sekreterlik ve devamında başkanlık görevlerinde bulunmuştur. Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonunun yönetim kurulunda görev alan İoanna Kuçuradi, daha sonra Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonunda başkanlık görevine getirilmiştir. Federasyonun ilk kadın başkanıdır. İoanna Kuçuradi, felsefeyle ilgili kurumsal çalışmalarına hâlen Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı ve Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı olarak devam etmektedir.

İoanna Kuçuradi, aralarında “Goethe Madalyası” da olan birçok ödüle sahiptir. Çok sayıdaki akademik çalışmalarının yanı sıra “Max Scheler ve Nietzsche’de Trajik”, “Nietzche ve İnsan”, “Schopenhauer ve İnsan”, “Liselerimizde Felsefe Öğretimi”, “İnsan ve Değerleri: Değer Problemi”, “Etik, Sanata Felsefeyle Bakmak”, “Çağın Olayları Arasında” ve “Yüzyılımızda İnsan Felsefesi” adlı kitapları da bulunmaktadır.

Sosyal Medyada Paylaş Facebook Twitter Google+
Açık Lise sınavlarına hazırlanmanın en kolay hali: AçıkTercih AÖL Test Çöz!

Mobil Uygulamamızı İNDİRİN! AÖL Yeni Müfredat Çıkmış Sınav Sorularını Çözün!


Etiketler: ,
Eklenme Tarihi: 19 Ağustos 2019

Facebook Yorumları

Konu hakkında yorumunuzu yazın