18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Ayırt Edici Nitelikleri
18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Ayırt Edici Nitelikleri
Bu dönem felsefesini daha iyi anlamak için onun özelliklerine ve problemlerine bakmak gerekir. Ayrıca o dönemin dil ve edebiyatının felsefe ile olan ilişkisini de incelemek faydalıdır.
Konuya giriş için bakınız: 18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Ortaya Çıkışı
18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Temel Özellikleri ve Belli Başlı Problemleri
Aydınlanma olarak da bilinen 18-19. yüzyıl felsefesinin en iyi tanımlarından birini o dönemde yaşamış ve aydınlanmacı filozof olarak nitelendirilen Immanuel Kant yapar. Kant, “Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısında aydınlanmayı, insanın kendi suçu nedeniyle düşmüş olduğu ergin olmayış durumundan kurtulma olarak tanımlar. Kant, ergin olmayış benzetmesiyle insanın aklını kendi başına kullanamayışını işaret eder ve bunun insanın suçu olduğunu vurgular. Kant, bu dönemin sloganı olarak da “Aklını kullanma cesaretini göster!” demiştir.
İnsanı ve doğayı sadece akıl temelinde anlamak aydınlanmanın amacıdır. Bu çağın felsefesinde insanın biyolojik olarak doğanın bir parçası olduğu ve akıl sahibi olması bakımından da hayatı daha güzel hâle getirebileceği düşünülmüştür. Mutluluğu ve doğruyu özgürce bulabilen bir insanlık hayal edilmiştir.
Akla önem veriş, birçok alanda birçok gelişmeyi beraberinde getirmiştir. Ekonomik ve siyasal açıdan kendini hissettiren bu gelişmeler, Fransız İhtilali gibi bir olayın ve Sanayi Devrimi gibi üretime dair bir olgunun yaşanmasına neden olmuştur. Bu olayların yarattığı etki, aydınlanmanın içeriğini de belirlemiştir.
Fransız İhtilali, 15.yüzyılda başlayan gelişmelerin ve 18-19. yüzyıl felsefesinin somut bir sonucudur. Halk yoksulluk içindeyken kralın zenginliği Fransız İhtilali’nin görünen nedenidir. İhtilalin arkasındaki sebepler arasındaysa okuryazarlığın artması ve bağımsız yayınların desteklenmesiyle toplumda büyük bir değişim ve bu değişimi organize eden Fransız aydınları ve onların felsefi görüşleri vardır. Sosyal yaşayıştaki eşitsizlik ve adaletsizlik, aydınlanmayla oluşan özgürlük düşüncesiyle halk içinde krala karşı bir ayaklanma başlatmıştır. Bütün dünyayı etkileyen ihtilal, Fransa’da mutlak monarşinin yıkılması ve cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, hızlı üretim yapan fabrikaların kurulmasını ve ulaşımın kolaylaşarak kültürel ve ekonomik etkileşimin artmasını sağlamıştır. Bilim ve teknolojideki gelişmeler ve ekonomik alana yönelik felsefi düşünceler bunların zeminini oluşturmuştur. Bu durum, bazı insanlara rahat yaşam gibi faydalı sonuçlar getirmiş ama diğer taraftan da devletler arası rekabeti artırıp savaş gibi kötü sonuçlara götürmüştür. Ham madde ve yeni pazar arayışları sömürgeciliği hızlandırmış ve ortalama bir asır sonra güçlü devletlerin rekabeti nedeniyle 1. Dünya Savaşı yaşanmıştır.
18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Genel Özellikleri
- Akla güven duyulmuş ve akılcı düşünce artmıştır.
- Özgürlüğü engelledikleri düşüncesiyle siyasi ve dinî otoritelere karşı gelinmiştir.
- Düşünce özgürlüğü desteklenmiştir.
- Aydın ve yazarlar sınıfı oluşmuştur.
- Sanat, felsefe ve edebiyatta önemli eserler verilmiştir.
- Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılabı gerçekleşmiş ve buna bağlı problemler tartışılmıştır.
- Felsefede yeni ekoller çıkmıştır.
18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Öne Çıkan Problemleri
- Bilginin Kaynağı
- Birey-Devlet İlişkisi
- Ahlakın İlkesi
- Varlığın Oluşu
Bilginin Kaynağı Problemi
Bilimdeki gelişme, Batı’nın bilgiye olan bakışını değiştirmiştir. 17. yüzyılda bilimin yöntemi felsefeye uygulanmaya çalışılmış, 18. yüzyılda ise aklın aydınlattığı doğru bilgiler aranmıştır. Filozoflar, bu açıdan bilginin üzerine gitmiş ve onun doğasına yönelik düşünceler oluşturmuştur. “Bir şeyi bilmek ne anlama gelmektedir?”, “İnsan, nelerin bilgisini bilebilir.” ve “Bilginin sınırı var mıdır?” gibi sorular sorulmuştur. Doğru bilginin mümkün olduğu görüşünde birleşen bu dönem filozofları, bilginin kaynağı bakımından birbirlerinden ayrılmıştır. Bilgiye yönelik temel problem, bilginin ne olduğu ve insanın onu nasıl elde ettiğidir.
Bilgi üzerine yapılan tartışmalar, felsefenin iki ana akımı olan rasyonalizm ve empirizm üzerinden temellendirilir. Rasyonalizm, bilginin a prioriden (deneyimden bağımsız) sırf akılla oluştuğunu belirtirken empirizm, a posterioriden (deneyime bağlı) oluştuğunu ileri sürer. Bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışan 18. yy. filozofu Kant ise bilginin akıl ve deneyimle oluştuğu görüşündedir. Bu açıdan rasyonalist filozoflardan Descartes (17. yüzyıl), empirist filozoflardan J. Locke (17–18. yüzyıl) ve iki akımı sentezleyen Kant’ın (18. yüzyıl) bilgi hakkındaki görüşleri önemlidir.
Descartes
Descartes, kendisinden asla şüphe duyulmayacak ve başka bilgilere de temel olabilecek açık seçik bir bilgi arar. “Düşünüyorum, o hâlde varım.” önermesine ulaştığında kesin bilgilerin kaynağı olarak akıl görüşüne varır. Ona göre bilgi, sonradan oluşan deneyimlerle değil doğuştan gelen aklın ilkeleriyle gerçekleşir. Matematik ve geometri bilgisinin kesin olma nedeninin akla dayandığını işaret ederek doğru bilginin kaynağını akıl olarak
ileri sürer.
J. Locke
J. Locke, Descartes’ın doğuştancılık fikrine karşı çıkar ve bilginin doğuştan değil sonradan deneyimler aracılığıyla oluştuğunu belirtir. İnsanın duyu organları vasıtasıyla kendi zihninin dışında bulunan dış dünyadan birtakım izlenimleri deneyimlediğini ve bu izlenimlerden oluşan fikirleri zihinde tasarlayarak bilgi edindiğini savunur. İnsan zihni, ona göre doğuştan boş bir levhadır (tabula rasa) ve insan, deneyimleri sayesinde bu boş levhayı bilgileriyle doldurur.
Kant
Kant, bütün bilgilerin deneyimle başladığı düşüncesinden kuşku duymadığını ve bu durumun insanın bütün bilgilerinin deneyimden doğduğu sonucunu çıkarmayacağını belirtir. Duyu verilerinin ham olduğu ve bu ham veriyi işleyen bir zihin olması gerektiği fikrinden hareket eder. Kant, deneyim ve aklın bir arada kullanılmasıyla bilginin oluştuğunu düşünür. İnsan, ona göre duyuları aracılığıyla dışarıdan veriler alır ve bunları aklın formlarında işleyerek bilgiyi oluşturur.
Kant, “Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür.” sözüyle duyu verileri olmadan akılda var olan kavramların boş olduğunu, sadece bunlara dayanarak anlamaya çalışan aklın ise kör olduğunu belirtir. İnsanın bilgi edinmede iki yönünü de kullandığı görüşüyle bilginin kaynağı konusunda rasyonalizm ve empirizmi birleştirerek yeni bir yol önerir.
Aşağıda yer alan videoda doğuştan görme engelli olan Eşref Armağan’ın görme perspektifinde olan şekilleri nasıl çizebildiğine yönelik bilimsel bir araştırma anlatılmıştır. Bu anlatımdan hareketle Eşref Armağan’da oluşan çizim bilgisinin kaynağını, rasyonalizm ve empirizm akımlarından hangisi size göre daha iyi açıklamaktadır?
Birey-Devlet İlişkisi Problemi
J. Locke
17. yy. felsefesinde mutlak monarşiye dayalı devlet sistemleri düşünülmüş, devletin her türlü gücü elinde bulundurmasının birlik ve beraberlik açısından zorunlu olduğu görülmüştür. Bu görüşe kapsamlı olarak ilk karşı çıkış J. Locke tarafından yapılmıştır. Locke, mutlak monarşiye karşı liberal (özgürlükçü) bir devlet sistemini ileri sürmüştür.
Locke da Hobbes gibi insan doğasından yola çıkar, toplumsal sözleşmeyi kabul eder ama düşüncelerinin sonucunda mutlak monarşiye varmaz. İnsanların doğal ortamda özgür yaşadığını ifade eden Locke, herkesin eşit olduğunu ve birbiriyle dayanışma hâlinde bulunduğunu belirtir. Eğer bir kişi bu düzeni bozar ve birine zarar verirse zarara uğrayan kişi, orantılı bir şekilde zarar veren kişiyi cezalandırma hakkına sahiptir.
Cezalandırma işinde insanların öfkelerine yenik düşebileceklerini belirten Locke, bu durumun kargaşa yaratabileceğini söyler. Dolayısıyla hukukun güvencesi için haklarını insanların kendi istekleriyle siyasal bir otoriteye yani devlete devrettiklerini belirtir. Ona göre doğal durumdan yapay duruma geçmek zorunludur. İnsanların kendi iradeleriyle kurduğu devlet düzeninde çoğunluğun dediği olmaktadır. Meşru yönetimin kaynağı çoğulcu iradedir.
Locke; devletin gücünü yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayırır. Yasama gücü, kişisel haklar çerçevesinde görev ve yetkileri belirlenmiş kanun yapma gücüdür. Yürütme gücü, yasama gücünü kullanan iktidardır. Yargı gücü, yasama gücünün belirlediği hukuk kuralları çerçevesinde hem bireyler hem de birey devlet arasındaki uyuşmazlıkları çözümleyen güçtür. Locke’un düşünceleri, sadece bulunduğu dönemi değil günümüzü de etkilemiştir. Her ne kadar günümüz anlamında olmasa da güçler ayrılığı ilkesini benimsemesi, düşüncelerinin günümüze uzandığını gösterir.
Montesquieu
Montesquieu, toplumdaki hızlı değişimlerin etkisiyle toplumu bilimsel olarak inceler. Gözlem ve deney yöntemini topluma uygular. O, toplumda yaşanan olayları tek tek inceler ve olaylardan genellemelere varır. Ona göre her yasa, kendini oluşturan fiziki bir veya birden fazla olayın gerçekliğine bağlı ve bir ilişkinin ürünüdür. Her yasa, bir başka yasaya bağlıdır veya tabiidir.
Montesquieu, iki toplum arasındaki ilişkiyi düzenleyen hukukun devletler hukuku, devlet içindeki siyasi ilişkileri düzenleyen hukukun siyasal hukuk ve kişiler arası ilişkileri düzenleyen hukukun da medeni hukuk olduğunu belirtir. Yasaların niteliğini, yapıldığı toplumun belirleyeceğini söyler.
Montesquieu; cumhuriyet, monarşi ve despotizm yönetim biçimlerini tanımlar. Cumhuriyet yönetiminde halkın söz sahibi olduğunu belirtir. Monarşide yöneticinin tek kişi olduğunu ve yasalar çerçevesinde yönetme gücünü kullandığını işaret eder. Despotizm yönetimindeyse istediğini yapma gücünün tek kişide olduğunu ifade eder. İnsanın başkasının hakkını yemeden özgürce davranma yetisine sahip olduğunu belirten Montesquieu, bu özgürlüğün korunması için güçler ayrılığı ilkesini öne sürer. Devletlerde yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bulunduğunu ve özgürlüğü kısıtlamamak için bunların birbirini denetlemeleri gerektiğini belirtir. Montesquieu, görüşleriyle günümüz devlet sistemini oluşturan ve güçler ayrılığını kuramlaştıran ilk düşünürdür.
Rousseau
Rousseau da devlete yönelik görüşlerini açıklarken doğal yaşamdan hareket eder. İlk insanın doğada tam olarak özgür ve eşit yaşadığını, yaşamının da toplumun kurulmasıyla son bulduğunu belirtir. Özellikle “mülkiyet” kavramının ortaya çıkmasının özgürlüğü ve eşitliği ortadan kaldırdığına işaret eder. Özel mülkiyet anlayışının yayılmasının “hak” kavramını da oluşturduğunu düşünen Rousseau, bunu doğal yaşamın sonu olarak görür. İnsanların bir araya gelip zorunlu olarak “toplumsal sözleşme” yaptığını ve bunun doğrultusunda devletin kurulduğunu ileri sürer. İlk devletin varlığının başka bir devletin oluşmasını sağladığını, devletlerin giderek arttığını ve bu durumun da savaşlara sebep olduğunu düşünür. Haksızlık durumlarına çözüm olsun diye oluşturulan toplumsal sözleşmenin insanları köleleştirdiğini belirten Rousseau, geriye yani doğal duruma dönüşün mümkün olmadığını söyler. Çünkü insanların bu ikilemden kurtulması mümkün değildir. Yapılması gereken şey, doğal yaşama uygun olan yasaların çıkarılmasıdır.
Toplumda kötülüğe yol açan unsurların ortadan kaldırılmasının tek yolu budur. Rousseau, medeni toplumun yasalarla düzenli bir bütün oluşturabileceğini düşünür.
Rousseau, insanların toplum içinde özgür olabilecekleri bir düzen oluşturmaları gerektiği görüşündedir. Mülkiyetlerin ortak güç tarafından güvence altına alındığı medeni toplumda herkesin bir arada bulunmasına rağmen bireysel olarak özgür olabildikleri bir toplumun oluşturulabileceğini belirtir.
İnsan Hakları konusunda tarihsel olarak bazı gelişmeler:
Hammurabi Kanunları
MÖ 19. yüzyılda Babil Kralı Hammurabi tarafından belirlenen kanunlardır. Bu kanunların özünde kim kime ne yapmışsa aynısı ona da yapılacak mantığı vardır (Kısas).
Veda Hutbesi
MS 632 yılında Hz. Muhammed (s.a.v) insanlığa seslenen bir konuşma yapmıştır. Veda Hutbesi’nde Hz. Muhammed, “Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. (…) Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” duyurmuştur.
Magna Carta
MS 1215 yılında İngiliz Kralı’nın halkı karşısında imzaladığı bir belgedir. Bu belgeyle Kral, yasalardan üstün olmadığını duyurmuştur.
İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesi
1789 yılında Fransa’da toplanan Fransa Ulusal Halk Meclisi tarafından insanlığa ilan edilen bildirgedir. Bildirgede yönetimde meydana gelen bozulmaların toplumları olumsuz etkilediği ve bu durumun insan haklarının hiçe sayılmasına neden olduğu üzerinde durulmuştur. Yapılması gerekenin insan haklarının neler olduğunun hatırlatılması gerektiği fikrinden hareketle 17 maddelik bir bildirge yayımlamışlardır. Bildirgenin ilk maddesinde insanların özgür ve eşit doğdukları ve bir arada yaşadıkları vurgulanmıştır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
2. Dünya Savaşı sonrasında 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan bir bildirgedir. Bildirgenin dayandığı en temel ilke, dünyadaki bütün insanların özgür ve aynı derecede eşit olduklarıdır. Dünya barışının oluşturulması hedef alınmış ve insan haklarının korunması noktasında karar verilmiştir.
Ahlakın İlkeleri
18-19. yüzyıl felsefesinin genel karakterini taşıyan akılcı yönelim, yaşanan toplumsal olayların ahlaki sonuçları neticesinde kaçınılmaz olarak ahlak alanına yönelmiştir. Bu dönemin filozofları; ahlakı, akılla anlama ve yorumlama eğilimi göstermiş ve düşüncelerini bu noktadan yaymışlardır. Bunlar arasında Jeremia Bentham ve Immanuel Kant’ın görüşleri önemlidir.
Kant
Kant da ahlakı pratik alanda ele alır ve onu akıl yoluyla açıklamaya çalışır. O, bunu Bentham ve birçok düşünür gibi insan doğasıyla değil de aklın yargılarıyla gerçekleştirmeyi dener. Yani ahlaka yönelik yargı ve kavramlardan hareket eder. Bu yolda ilk işi “iyi istenç” kavramını çözümlemektir.
Kant; iyi istenç kavramıyla her koşulda, her zaman doğru olarak kabul edilebilecek insan eylemlerine eşlik eden iyi iradeyi anlar. İnsan; iyiyi tam olarak, içten karar vererek istemişse orada iyi istenç vardır. Kant, ahlakı ve iyiyi eylemlerin sonucuna göre değil onların arkasındaki amaca göre değerlendirir. Bentham gibi ahlak açısından faydacı düşünürlerden bu açıdan ayrılır.
Kant, ahlaka yönelik “ödev” kavramını kullanarak iyi istenci geliştirmeye çalışır. Ona göre ödev, insanın kendi isteğiyle sorumluluğunu aldığı eylem, içten ve vicdanı tarafından verilen emirlerdir. Ödevi belirleyen şey bir başkası değil insanın kendisi ve vicdanıdır. Ödev, bütün insanlar için geçerli olan ama kimsenin arzu ve isteklerine bağlı olmayan evrensel ahlak ilkesi taşır.
Kant’a göre insan eylemleri ya ödeve aykırı ya da ödeve uygundur. Yalnız ödeve uygun görülen her davranışın ödevden çıktığını ileri sürmek yanlış olur. Örneğin bir esnafın kendinden alışveriş yapan kişileri kandırmaması görünüşte ödeve uygun bir davranıştır. Bunu uzun vadede müşteri kaybetmemek düşüncesiyle yaptıysa bu davranışı ödevden kaynaklanmaz. Bu davranışı, başkalarını kandırmanın ahlaki olmadığını düşünerek yaptıysa ödevden kaynaklanır. Kant ahlaki açıdan üç ilke öne sürer. Bunlar Kant’ın maksimleri olarak da bilinir.
Kant’ın Maksimleri
Bu maksimler, kişinin davranışta bulunurken hem ödeve uygun davranmasını hem de davranışının ödevden çıkmasını sağlayan ilkelerdir. Kişi, bu ilkelere uygun davranırsa ödeve uygun davranmış olacaktır.
• “Öyle bir davran ki davranışın ilkesi evrensel bir yasa olarak kabul edilebilsin.”
• “Kendinde ve başkalarında insanlığı bir araç olarak görecek şekilde değil de onu bir amaç edinecek şekilde davran.”
• “Her zaman akıllı iradeni, evrensel bir yasa koyucu olarak görevde bulunacağı şekilde davran.”
Bentham
Bentham, ahlakı pratik alanda öngörür. İnsanın doğası gereği acıdan kaçan ve “haz” peşinde olan biri olduğunu söyler. Bu eylemin akılla bilinçli bir şekilde yapıldığında insana erdemli olma niteliği kazandıracağını
öne sürer. Acı karşısında hazzı, haz karşısında acıyı ölçüp tartan biri; faydayı hangisinde daha çok görürse ona yönelmelidir. Bentham, bazen büyük hazlar için küçük acılardan veya büyük acılardan kaçmak için küçük hazlardan vazgeçmek gerekebileceğini belirtir. Ona göre mutluluk, insanın aklıyla kendi eylemini seçmesindedir.
Bentham’a göre kötülük, insanın yanlış tercihte bulunmasından kaynaklanır. Haz ve acı arasında hesabını yeterince yapamayan insan, kötülüğün ortaya çıkmasına neden olur. Mutlu olmak istediği için eylemlerde bulunmuş ama hesabı tutmamıştır. Ona göre mutluluk, insanın çevresiyle ilgilidir. Çoğunluğun faydasına olan doğru eylemdir, haz verici ve mutlu edicidir.
Varlığın Oluşu
Hegel
Hegel ‘in “Gerçek bütündür.” ve “Akılsal olan gerçek, gerçek olan akılsaldır.” yargıları; Hegel felsefesinin özeti, kapsamı ve başlangıcıdır. Hegel, bütün varlıkların tek bir özden bir yasa dâhilinde var olduğunu söyler. O; tek bir şeyi farklı kavramlarla ifade eder; Hegel’de “Tanrı”, “geist”, “fikir”, “akıl” veya “tin” mutlak olanı temsil eden farklı kavramlardır.
Tin, ilk başta kendiyle özdeş ve kendisi için varlıktır. Tin, bu aşamada kendini tanımamaktadır. Kendini tanıyabilmesi
için kendi olmayanda kendini görmelidir. Kendi olmayan karşıtıdır. Tinin karşıtı doğadır. Doğaya ve evren olmaya dönüşen tin, burada kendini yitirmiştir. Yitirileni çekip koparmak yeni bir dönüşümü gerektirir. Amacı kendini tanımak olan tin, doğayı yeni bir dönüşüme zorlar. Tin ve doğa uzlaşır. Sentezlenen yeni durum, tin ve doğanın mükemmel uyumu olan insandır. İnsanlık tarihi, tinin kendini bulup tanımasının zeminidir. Tinin kendini bilip tanıması, Hegel ’in varlıkların oluş ve değişimini açıkladığı bir ilkenin ve diyalektik yasanın sonucudur. Bu yasa üçlü bir oluş sürecini içerir: tez (sav), antitez (karşı sav) ve sentez (yeni sav). Yeni sav, yeni bir diyalektik sürecin de başlangıcıdır.
Her bir varlık, içerisinde bir şey olma potansiyeli taşır. Her varlığın olacağı şey için başkalaşması yani kendi karşıtına dönüşmesi gerekir. Sonuçta yeni bir sentezle olabileceği şeye bu diyalektik sürecin sonunda dönüşür. Örneğin bir elma çekirdeği aynı zamanda tohumdur, bu tohumda bir ağaç ve ağaçta bir elma olma gücü vardır. Tohumdan yeniden meyvenin içinde tohum olma süreci, diyalektik bir döngüdür. Tohum, toprağa düştüğünde yeterli koşullar oluşursa filizlenir yani tohumluktan çıkar. Tohum bedeni oluşturmaktadır ve bu beden, henüz yeni tohumları içermez. Büyüme koşulları yerindeyse yeni bir sıçramayla çiçeklenmeye, ardından meyve vermeye ve dolayısıyla yeni tohumlar oluşturmaya başlar.
“Güneşin altında yeni bir şey yok.” diyen Hegel, doğanın diyalektiğini bir döngü olarak dile getirir. Hegel felsefesinde her varlık, sav ve kavram için diyalektik geçerlidir. Ancak insanlık tarihi bu döngüselliği kırmış ve aklı sayesinde hem canlılığını hem de bilgilerini aktarabilmiştir.
18-19. Yüzyıl Felsefesinde Dil ve Edebiyat İlişkisi
Felsefenin dil ve edebiyatla olan ilişkisi, 18-19. yüzyıl felsefesini önemli ölçüde etkilemiştir. Düşüncelerin oluşturulması ve bunların aktarımı felsefenin dışına çıkmış, genel olarak sanatta özel olarak edebiyatta yeni anlatım yöntemleri kazanmıştır. Edebiyat, bir yandan düşünce alanını genişletmiş bir yandan da insanların kitaplara olan ilgisini artırmıştır.
18. yüzyılda matbaaların sayısı hızla artmış ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde birçok yayın görülmeye başlanmıştır. Bunu etkileyen önemli unsurlar, burjuva sınıfının giderek büyümesi ve felsefenin yanı sıra dil ve edebiyata olan düşkünlüktür.
Tarihin bu döneminde yayınların sayısında ciddi bir artış görülmektedir. Filozof ve aydınlar sadece felsefi ürünler değil farklı alanlardan da eserler vermiştir. Matematikçi, hukukçu ve sanatçılar arasından felsefeyle beraber dil ve edebiyat alanında yazanlar da olmuştur.
Bu dönemdeki yazılar, genel olarak toplumu ilgilendiren konulardan oluşur. Siyaset, sanat ve felsefe gibi alanlarda yapılan entelektüel tartışmaların gazete ve dergilerde anlatıldığı, problemlere yönelik eserlerin de kitaplaştığı görülmektedir. Akıl, deney, ilerleme, özgürlük, insan hakları, adalet ve eşitlik gibi kavramlar sık sık kullanılmıştır.
Bu dönemin felsefi eserleri problem merkezli ve akla yöneliktir. Daha çok burjuva sınıfına hitap etmektedir. Edebî eserler ise halkın duygularına değinmesi, dönemin atmosferini gözler önüne sermesi ve felsefi tartışmaları bu çizgi üzerinden işlemesi açısından önemlidir. Edebî eserler, felsefenin halk arasında yayılmasına etki eden en önemli alan olmuştur. Filozoflar, edebî eserler de kaleme almıştır. Dil ve edebiyat alanındaki yazarların eserlerinde de felsefenin etkisi görülür. Felsefi ve edebî eserlerin giderek çoğalması düşünsel zenginliği artırmış ve halkın aydınlanmasında etkili olmuştur.
18-19. yüzyıl felsefesinin dil ve edebiyatla olan ilişkisi, ağırlıklı olarak Fransa olmak üzere bütün Avrupa’da görülür.
Fransa’da Voltaire, Montesquieu ve Rousseau gibi filozoflar, önemli felsefi eserler vermiştir. Ayrıca dönemin en ünlü yayını olarak bilinen “Ansiklopedi” eserinde d’Alembert ve Diderot gibi düşünürlerle beraber yazılar yazmış ve bu ansiklopediden cilt cilt yayımlamışlardır. Eleştirel bir tavır içinde yazılan bu eserler, o zamana kadar edinilmiş birçok bilgiyi içinde barındırması ve geniş bir kitle tarafından okunması açısından önemlidir. Bu filozoflardan bazıları, düşünsel ve eleştirel yayınlarının yanı sıra olay örgüsü içeren edebî türlerde de eser vermiştir. Voltaire’in “Candide” ve Rousseau’nun “Emile” romanları bunların tanınmış örneklerindendir. Aydınlanmanın ruhuna uygun, felsefi içerikli eserlerdir. Yazarlar, eserleriyle kültürel etkileşime hız katmış; halkın aydınlanmasına katkı sağlamış ve bu çabalar da Fransız Devrimi’nin oluşmasında etkili olmuştur.
18-19. yüzyılın sonlarına doğru özellikle Fransız İhtilali’nin etkisiyle aristokrasi rejiminin ortadan kalkması, düşünsel alanda duygu ve düşüncenin ideal formlarda ifade edilmesini sağlayan özgür bir ortam hazırlamıştır. Bu yeni durum, edebiyatta “romantizm” akımını ortaya çıkarmıştır. Romantizm; toplumun bütün sınıflarına hitap eden, duygu ve coşkunun önemli olduğu ve sade bir dilin kullanıldığı akımdır. Voltaire ve Rousseau gibi Fransız düşünürlerinin öncü olduğu romantizm bütün Avrupa’yı sarmıştır. Bununla beraber 19. yy. Türk edebiyatı ve düşünce hareketini de etkilemiştir. Türk edebiyatında bu akımın temsilcileri: Namık Kemal, Ahmet Mithat, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit ve Ziya Paşa’dır.
18. Yüzyılda Öne Çıkan Felsefi İçerikli Edebî Kitaplar
• Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi
• d’Alembert & Diderot, Ansiklopedi
• Voltaire, Candide
• Jonathan Swift, Gulliver’in Gezileri
• Daniel Defoe, Robinson Crusoe
• Goethe, Genç Werther’in Acıları
• Samuel Johnson, İngilizce Sözlük
• Rousseau, Emile
• G. E. Lessing, İnsan Soyunun Eğitimi Aydınlanma, Din ve Eğitim
• Pierre Caron de Beaumarchais, Figaro’nun Düğünü
Voltaire, Candide
Voltaire’in “Candide” adlı eseri, 18. yüzyılın sosyo-politik yönleri hakkında bilgiler vermesi ve edebiyatın felsefeyle ilişkisini göstermesi açısından okunması gereken klasik bir eserdir. Voltaire, eserde iyimserlik düşüncesinin savunucularından biri olan Leibniz’i eleştirir. İyimserlik düşüncesine göre var olan her şey en iyidir.
Voltaire, her şeye inanan saf Candide’nin filozof Pangloss ile başından geçen olayları anlatır ve onları sorgulatır (Görsel 4.5). Dünyada kötülüğün de olduğunu göstermeye çalışır. Pangloss ile dünyayı dolaşırlar. Karşılaştıkları her olayda iyimserliğin getirdiği sonuçlar gözler önüne serilir. Candide, bu yolculuklarda hayatın anlamını aramaktadır. Son uğradıkları yer ise İstanbul’dur.
Candide
Yaşlı adam: “Bir şey bilmiyorum.” dedi; “Zaten ben hiçbir müftü ile vezirin adını öğrenmiş değilim; söz ettiğiniz olaydan da haberim yok. Kamu işlerine karışanların çoğu zaman sefalet içinde öldüklerini ve buna layık olduklarını sanıyorum; hiçbir zaman İstanbul’da neler olup bittiğini öğrenmeye çalışmadım; bahçemde yetiştirdiğim yemişleri oraya satmaya göndermekle yetinirim.” Bu sözleri söyledikten sonra yabancıları evine buyur etti. İki kızıyla iki oğlu onlara kendi yaptıkları çeşitli şerbetlerden başka kaymaklı turunç reçeli, portakal, limon, ananas, fıstık, ne Batavia’nın ne de adaların o kötü kahvesi karışmamış halis Moka kahvesi ikram ettiler. Candide, Türk’e: “Çok geniş, çok bereketli bir toprağınız olmalı.” dedi. Türk: “Yalnızca yirmi dönümlük bir yerim var.” diye yanıtladı. “Burasını çocuklarımla birlikte eker biçerim; bu iş, üç büyük kötülük olan can sıkıntısını, ahlaksızlığı ve yoksulluğu bizden uzak tutar.”
Candide çiftliğine dönerken Türk’ün söyledikleri üzerine derin derin düşündü. Pangloss’la Martin’e: “Bana bu iyi yürekli yaşlı adamın, birlikte yemek yediğimiz altı kralın hayatına değişilmeyecek bir hayatı var gibi geliyor.” dedi. Pangloss: “Filozofların sözlerine bakılırsa büyük mevkiler çok tehlikelidir.” (…) “İmparator IV. Henri’nin nasıl mahvolduklarını bilirsiniz!” Candide: “Biliyorum.” dedi; “Bahçemizi yeşertmek gerektiğini de biliyorum.” (…)
Pangloss, ara sıra Candide’e: “Olası dünyaların en iyisinde bütün olaylar birbirine bağlıdır.” diyordu. “Çünkü Matmazel Cunégonde’un aşkı uğruna güzel bir şatodan tekme yiyip kovulmasaydınız, engizisyonun işkencesine uğramasaydınız, yaya olarak bütün Amerika’yı dolaşmasaydınız, kılıcınızı Baron’un vücuduna saplamasaydınız, güzel Eldorado ülkesinden aldığınız bütün o koyunları yitirmeseydiniz şimdi burada turunç reçeliyle fıstık yiyemezdiniz.” Candide de: “Bunlar güzel sözler ama bahçemizi yeşertmek gerek.” diye yanıtlıyordu.
Voltaire, Candide
18-19. Yüzyıl Filozoflarının Görüşlerinin Analizi
John Locke, İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme
1. KİTAP (Bölüm I)
Bir insanın düşünmesi sırasında anlığın nesnesi olarak ortaya çıkan her şeyin yerini tutacak en iyi terim ide olduğu için ideyi düşleme; kavram, tür ya da düşünme sırasında zihnin üzerinde kullanıldığı her şey ne anlama geliyorsa onları anlatmak için kullandım. Böylece onu çok sık kullanmaktan kaçınmadım. İnsanların zihinlerinde böyle ideler bulunduğunun kolayca kabul edileceğini sanıyorum. Herkes kendinde onların bilincine varır.
2. KİTAP (Bölüm I)
Bütün ideler duyumdan ya da düşünümden gelir. Öyleyse zihnin bütün öz niteliklerden yoksun, hiçbir idesi olmayan özel deyimiyle boş levha (tabula rasa) olduğunu düşünelim; bu zihin nasıl donatılacaktır? İnsanın o devingen ve sınırsız imgeleminin (hayal gücü) hem de sınırsız bir değişiklik içinde ona işlediği bu geniş birikim nereden geliyor? Zihin, aklın ve bilginin bütün gereçlerini nereden edinmiştir? Bunu tek sözcükle deneyimden diye yanıtlayacağım. Bilgimizin tümünün temelinde deneyim vardır ve o gereçlerin hepsi de oradan türetilmiştir. Anlığımızı düşüncenin bütün gereçleriyle donatan şey, ya dışsal duyulur şeyler üzerinde ya da zihnimizin algıladığımız ya da düşündüğümüz şeylerle ilgili olarak yaptığı içsel işlemler üzerinde yaptığımız gözlemlerdir. Bunlar hem edinmiş olduğumuz hem de doğal olarak edinebileceğimiz bütün idelerin kendilerinden fışkırdığı iki bilgi kaynağıdır.
İ. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi
ÖDEV SAHİBİ OLARAK İNSAN
Herkesin kabul etmesi gerekir ki bir yasa ahlak yasası olarak geçerli olacaksa yani bir yükümlülük nedeni olacaksa mutlak zorunluluk taşımalıdır. Gerçekten ahlak yasaları olan diğer bütün yasalarda da durum böyledir, dolayısıyla yükümlülük nedeni burada insanın doğal yapısında ya da içinde bulunduğu dünyanın koşullarında değil a priori (deneyimsel koşullarda değil de zorunlu akılsal koşullarda) olarak doğrudan doğruya saf aklın kavramlarında aranmalıdır. …
Genel yasalarca belirlenen şeylerin varoluşunu meydana getirdiğinden genel ödev buyruğu şöyle dile getirilebilir: Davranışının maksimi sanki senin istemenle genel bir doğa yasası olacakmış gibi davranışta bulun. Eğer en yüksek bir pratik ilkenin ve insanın istemesi bakımından bir kesin buyruğun olması gerekiyorsa bu, kendisi amaç olduğundan zorunlu olarak herkes için amaç olanın tasarımından istemenin nesnel bir ilkesini oluşturan dolayısıyla genel pratik yasa işini görebilen bir ilke ya da buyruk olmalı. Öyleyse pratik buyruk şu olacak: Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde davranışta bulun.
… Yaşamını sürdürmek ödevdir ayrıca da herkesin buna doğrudan doğruya bir eğilimi vardır. Ama bunun için de insanların çoğunun yaşamlarına gösterdikleri çok kez endişe dolu dikkatin yine de hiçbir iç değeri maksimlerinin (kuralların) hiçbir ahlaksal içeriği yoktur. İnsanlar, yaşamlarını ödeve uygun olarak koruyorlar ama ödevden dolayı değil. Buna karşılık eğer talihin kötü cilveleri ve umutsuz acı, yaşamdan tat almayı büsbütün yok ettiyse eğer ruhu güçlü olan mutsuz kişi, cesareti kırılmış ya da yıkılmış olmaktan çok alınyazısına küserek yaşamdan bağlarını koparmayı dileyebilir. Ancak yaşamını onu sevmeden, eğilimden ya da korkudan değil ödevden dolayı yine de sürdürüyorsa işte o zaman maksiminin ahlaksal içeriği vardır.
Hegel, Tinin Görüngübilimi
DİYALEKTİK İDEALİZM
Çağımızın bir doğuş ve yeni bir döneme geçiş çağı olduğunu görmek zor değildir. Tin, şimdiye değin içinde var olduğu ve imgelediği dünya ile bozuşmuştur ve onu geçmişe gömme düşüncesini taşımaktadır. Artık kendi öz dönüşümünün emeği içindedir. Hiç kuşkusuz o hiçbir zaman dinginlikte değildir, tersine her zaman ilerleyen devinimi kavramıştır. Ama nasıl çocukta uzun dingin bir beslenmeden sonraki ilk soluk, o salt nicel gelişimin dereceliğini kırıyorsa -nitel bir sıçrama ve çocuk doğmuştur- oluşumu içindeki tin de öyle yavaş ve usulca yeni şekline doğru olgunlaşır, önceki dünyasının yapısını parça parça çözer ve bunun sarsıntısı tek tük belirtilerde sezilir; kurulu düzende yayılan kayıtsızlık ve can sıkıntısı, bir bilinmeyenin belirsiz önsezisi, bunlar yaklaşan değişimin müjdeleridir. Bütünün yüzünü değiştirmeyen bu dereceli ufalanış bir gün doğusu ile kesilir ki bir şimşek gibi birdenbire yeni dünyanın biçim ve yapısını aydınlatır. …
Ama bu yeni dünya tıpkı yeni doğmuş bir çocuk gibi eksiksiz bir edimsellikten yoksundur ve bunu gözden kaçırmamak özsel önem taşır. İlk sahneye çıkış yalnızca dolaysızlığı ya da kavramıdır. Bir yapı temeli atıldığında nasıl bitmemişse bütünün erişilen kavramı da gene öyle bütünün kendisi değildir. Bir meşeyi gövdesinin gücünde ve dallarının yayılımı ile yapraklanışının kütlesinde görmeyi isterken bize bunun yerine bir palamut tanesi gösterildiği zaman bundan pek hoşnut kalamayız. Gene böyle bilim, bir tin dünyasının tacı, başlangıcında eksiksiz değildir. Yeni tinin başlangıcı çeşitli ekin biçimlerindeki yaygın bir devrimin ürünü, dolambaçlı ve çapraşık bir yolun ve o denli karışık çaba ve uğraşın ödülüdür. Zamansal ardışıklığından olduğu gibi uzamından da kendi içine geri dönmüş olan bütün ve bu bütünün oluşma sürecini tamamlamış yalın kavramıdır. Bu yalın, bütünün edimselliği ise kapılara dönüşmüş şekillenmelerin kendilerini yeni baştan ama bu kez yeni ögelerinde, ortaya çıkmış olan yeni anlamda, geliştirmelerinden ve şekillendirmelerinden oluşur. …
Gerçek bütündür. Bütün ise ancak kendi gelişimi yoluyla kendini tümleyen özdür. Saltık üzerine söylenmesi gereken onun özsel olarak sonuç olduğu, gerçekte ne ise ancak erekte o olduğudur ve doğası edimsel, özne ve kendisinin kendiliğinden oluş süreci olmak işte bunda yatar. Saltığın özde bir sonuç olarak kavranması gerektiği ne denli çelişkili görünse de biraz düşünüp taşınmak bu çelişki görünüşünü doğru bir yere oturtmaya yetecektir.
Konuya giriş için bakınız: 18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Ortaya Çıkışı
Mobil Uygulamamızı İNDİRİN! AÖL Yeni Müfredat Çıkmış Sınav Sorularını Çözün!
Etiketler: 18 -19. Yüzyıl Felsefesinin Ayırt Edici Nitelikleri
Eklenme Tarihi: 1 Haziran 2019
Konu hakkında yorumunuzu yazın